Türkiye'nin en büyük astroloji platformuna hoş geldiniz.

Tam Görünüm: Astrolojinin Tarihsel Gelişimi
Şu anda Hafif Görüntüleme modundasınız. Siteyi normal görüntülemek için, Buraya Tıklayın
Sayfalar: 1 2
Astrolojinin Tarihsel Gelişimi / Eski Çağlar

Astroloji’nin ortaya çıkışı Dicle ve Fırat nehirlerinin oluşturduğu vadideki eski uygarlıkların ortaya çıkışına paralel bir görünüm izlemiştir. Kish, Shurruppak, Ur ve Jamdet Nasr gibi büyük Mezopotamya şehirlerinin MÖ 3000 yıldan önce kurulduğu biliniyor. Sümer Güneş ve Ay tanrılarına, gezegenlere ve bazı takımyıldızlara taptılar. Her şehrin kendi tanrısı vardı. Örneğin bu Kalde’nin Ur’u için Sin yani Ay’dı ve diğerlerine göre daha önemliydi. Sippar’ın tanrısı Shamash, Güneş Tanrısı, Babil’de Marduk Jüpiter ve Nineveh’te Ishtar Venüs tanrısı kutsal olarak kabul ediliyordu.

Takımyıldız tanrılarının da kendi rolleri vardı ve Tufandan önceki yöneticiler adı verilen bir listede bu tür yıldızların adı bulunmaktaydı.

Sümer uygarlığı MÖ 2,700’lerde Akadlar tarafından ele geçirildi. Akadlar kendi tanrılarını daha uygar bir kullanıma uygulamaktaydılar. Örneğin Güneş Shamash, erkek karakter, (Güneş daha önceleri anne karakter olarak de ifade edilmiştir) Ishtar Venüs aşkın ve savaşın gezegeni olmuştur. (Akşam yıldızı olduğunda aşk; sabah yıldızı durumunda savaş)

Akad yönetimi, 900 yıl sonrasında Amorite istilası ile sona ermiştir. Bu uzun dönem boyunca astrolojik yaygın teknikler yaygın biçimde işaretlerin okunması şeklindeydi ki bu işaretler tutulmalar, Ay’ın palaklığı, yeniayın ilk görülmeye başladığı zaman ve benzer olaylardı.

Akad Kralı Sargon döneminde (MÖ 2360-2305) büyük bir astrolojik faaliyet vardı. Enuma Anu Enlil serisinin parçalarında Ay’dan, Güneş’le ilgili olaylardan, diğer beş gezegenden, takımyıldızlardan, yıldız ve kuyrukluyıldızlardan, ya da fırtına, rüzgar, yağmur, gök gürültüsü ve şimşek gibi doğa olaylarından gelen işaretlerin nasıl yorumlanacağı ele alınıyordu. Tabletlerin kendisinin MÖ 1800-1500 tarihli olduğu anlaşılıyor ve 7,000 göksel işaret ve gözlemden oluşmaktadır. Bununla birlikte, bu tabletlerin en azından Sargon zamanından gelen bazı gelenekleri de yansıttığı da gözükmektedir. Örneğin bir yıldız ya da bir gezegenden bir işaret Ur’ın Ibi Sin’in yenilgisi ile ilişkilendirilmiştir. ‘Eğer Yoke yıldızı (Mul Sudun) eğer doğuşunda yüzünü Batıya çevirirse ve eğer gökyüzünün yüzünü görürsen ve hiç rüzgar esmiyorsa; kıtlık olacak ve böyle bir durum Ur Kralı Ibi Sin Anshan’da tutuklu kaldığında oldu’

En dikkat çekici gelişmeler Babil’de birinci hanedanlık döneminde, özellikle Hammurabi iktidarı sırasında gerçekleşti. (MÖ 1728-1686) Daha önceki çağlardaki gözlemlerin yanı sıra yepyeni astronomik materyaler daha önce adından söz ettiğimiz Enuma Anu Enlil kitabında toplandılar.

Babil tabletlerinin en önemli serisi Mul Apin serisidir. Muhtemelen MÖ 700’lü yıllarda hazırlanmış olmalarına rağmen, 600 yıl öncesine giden gözlemlerin sonuçlarını toparlıyorlar ve yıldız isimleri ile birlikte, yükselim, doğum, tepe noktasına ulaşma zamanlarını veriyordu. Öngörümler halen gezegenlerin birbirleri ile olan ilişkileri üzerine yapılıyor ve Güneş Ay fenomeneleri (tutulmalar ve yeniay, dolunay) göz önüne alınıyordu.
Örneğin
Ne zaman Mars Jüpiter’e yaklaşırsa, ülkede büyük bir yıkım olacak gibi.
Bu tabletlerdeki en önemli unsur ekliptiğin henüz astronomik bir referans noktası olarak ele alınmamış olmasıdır. Bunun yerine, üç yolla, Enlil, Anu ve Ea gözlemlerde referans olarak değerlendirilmekteydi. Anu’nun yolu ekvatorun her iki yönündeki ucunda 17 dereceye yakın bir bandtan oluşuyor, Ea Güney’e doğru, Enlil ise merkezi bandın Kuzey’ine doğru uzanıyordu. Bu yolla, Güneş’in yıllık hareketi 4 ayrı çeyreğe bölünebiliyor ve böylece Güneş 3 ay boyunca Anu’nun yolunda hareket ediyor, ve daha sonra Enlil’in kuzey patikasında aynı şekilde 3 ay yol alıyordu. Bir sonraki 3 ay yine Anu’nun yolunda, ve son 3 ay ise Ea’nın Güney yönünde yol almaktaydı. Mul Apin cetvelleri MÖ 700’den gelmekle birlikte, Babil’i astronomların Zodyak’ı kullanmadığını söyleyebiliriz. Bunun yerine, 18 takımyıldız içinde yer alan bu üç yollu bölümlemeyi kullandıklarını söyleyebiliriz.

Kuşkusuz tüm Astroloji tarihindeki en dikkat çekici dönemlerden birisi MÖ 700-400 arasıdır. Kral Asurbannipal tarafından (MÖ 688-626) 15 tablet ( 12si standart Ay ayları ve ve 3’ü ara – intercallary- dönemler için) yayınlanmıştır. Bu dönemde çok sayıda gözlem verisi büyük bir kesinlik içinde toplanmış, benzer görünümlerin öngörüm için kullanılması düşünülmüştür.
Bu dönemde (MÖ 550 civarı) astrolojik yöntem ışıkların (Güneş ve Ay) ve gezegenlerin ilişkilerinden ve Enlil, Abu ve Ea üzerinde yer alan 18 takımyıldızdaki konumlarından oluşmaktaydı. Böylece Astroloji esasında, gökyüzünden işaret alarak tradisyona bağlı şekilde öngörümde bulunmaktı. Bu tamamen gözleme dayalı ve daha çok gezegenlerin bir birleri ile olan konumları ile ilişkiliydi. (mutlak pozisyonlar burada daha ikincil bir faktördü)
Tarihten elimize kalabilen en eski horoskop MÖ 410 yılındandır. Bu horoskop Shuma-Usur’un oğlu için yapılmıştı. Bu horoskopta yükselen burçtan bahsedilmiyor ve diğer Babil horoskoplarında da yükselen burca rastlanmamaktadır. Yorum çok kısa ve daha çok haritanın iyi ya da kötü olduğu şeklindeydi. ‘Örneğin Jüpiter Balık burcunda, Venüs Boğa’da, Satürn Yengeç’te .... Merkür gözle görülmüyor, 14 Nisan gecesi Shuma-Usur’un oğlu doğdu. Ay bu saatte Akrebin kıskacında yer alıyordu.’ şeklindeydi.

MÖ 5. yy’da ekliptik üzerinde zodyakın tasarlanması ile birlikte, Babil’i astronom-astrologların elinde yepyeni araçlar gelişti ve uygulamaların matematiksel tarafına çok büyük bir önem verilmeye başlandı. En geç MÖ 300’lü yıllarda, 30 derecelik bölümlerden oluşan ve büyük ekliptik dairesi üzerinde ölçülen bir Zodyak kabul edilmiş ve uygulamaya konmuştu. Tabletler döneminin tam sonuna doğru, gezegenlerin konumları bilinen parlak yıldızlara ve takım yıldızlara göre verilmekteydi. Ekliptiğin 30 derecelik 12 bölüme ayrılması tamamen matematikseldi ve astrolojik teknikler için hem bir araç hem de bir mantık görevi görmekteydi. Artık horoskop matematiksel bir araç şeklinde görülebiliyor ve çok zorla yapılan gözlemlere referans alınmadan değerlendirilebiliyordu.

Bu dönemden sonra Astroloji’nin eski Yunan ve Mısır’da hızla gelişmesine şaşmamak gerekir. MÖ 5. yy’dan, Herodot Mısır’lı astrologların insanın doğum gününe dayalı öngörümler yaptığını söylemektedir. Bu tarihten elimizde, şanslı ve şanssız günler dışında hiçbir yazılı metin kalmamıştır. Astrolog Julius Firmicus, Sais Kralı Nechepsos’un astrolojik bir kitap yazdığını ifade etmektedir. MÖ 4.yy’dan bu yana ise elimizdeki horoskoplar bulunmaktadır.

Bununla birlikte, Mısır Astrolojisi’nin en belirgin etkisi Yunan aklı üzerinde olmuştur. Thales (MÖ 6.yy), Pisagoras (MÖ 5. yy), Anaksagoras ve Plato (MÖ 4. yy) hepsi Mısır’da öğrenim görmüşlerdir. Ancak 360 derecelik Zodyak’ın değeri anlaşıldıktan sonra Yunanlıların gerçek katkıları zenginleşmeye başlamıştır. Böylece Knidos’lu Eudoxos zamanında gökyüzü kozmosun geometrik ve matematik bir modeli olarak ortaya konabiliyordu. Daha sonraki dönemde, MÖ 2. yyda, Hiparkus gözleme ve matematiksel dehasına dayanarak çalışmalarını genişletmiş, ekliptiğin eğimi ve ekinoksların kayması gibi detaylı sorunlar üzerinde çalışmaya başlamıştır.

Böylece, şu ana kadar Astroloji’nin Mezopotamya’daki ilk dönemlerinden Zodyak’ın ortaya konmasına ve daha sonra Yunan’lıların geometri ve felsefesi ile gelişmesine tanık olmaktayız. Bu noktada, Astroloji’nin anahtarları yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştır. Gezengenlerin anlamları, birbiri ile olan ilişkileri ve uzayın geometrik kavramları gelişti. Gezegenlerin Zodyak konumları bu anlamda süreç içinde en önemli konu haline gelmiştir.
yezda süpersin,bu yazıyı eklediğine çok sevindim, astroloji ve tarihle daha başka yazılar bulursanda çok sevinirimgülücük bende bir çok tarihi olayı astrolojik olarak incelemeyi çok istiyorum ve bu bilgiler çok güzel sağol-alkış
yazılar güzel ama aramak gerekiyor,benimse pek vaktim olmuyor,artık olan vakitlerimdede bulduğumu foruma yerleştiriyorum beyhancığımgülücük sevgiler
Astrolojinin temel konusu insan. Bize sağlayabileceği en önemli yarar ise kendimizi tanımak yolunda bize rehberlik etmek. Bunu yaparken bütünlenmemize ve ruhumuzun evrimini gerçekleştirmesine de yardımcı olur. Astroloji; Yunanca astron yani yıldız sözcüğü ile bilim anlamına gelen logostan oluşuyor. Zodyak ise yaşam çemberi, burçlar kuşağı demek. Burçlar kuşağı on iki burçtan ve güneş sistemimizde bilinen on gezegen ve on iki ev (yaşam alanından) ibaret bir sembolik dil.

Sanıldığının aksine, astroloji mevsimseldir. Yani burçların takımyıldızlar ile bir ilgileri yoktur. Yaklaşık 2 bin yıldır bu zodyak kullanılmaktadır. Astroloji, binlerce yıldan bu yana gökyüzündeki hareketler ve doğanın ritminin izlenmesi ve gözlemlerin istatistiksel bir şekilde tutulup güncellenmesi esasına dayanır. İnsanlar dolunay, yeniay, güneş ve ay tutulmaları gibi gökyüzü hareketlerini inceleyerek, yaşamlarını düzenleme yoluna gitmişler. Sel, kuraklık, nehir taşmaları sırasında gökyüzünde neler olup bittiğini izleyip kaydetmişler. Bu bilgilerin ışığında tarım, göç gibi konularda kararlar almışlar. Ay’a ait ilk gözlemler Paleolitik ve Mezolitik çağlara kadar gider.



İLK YAZILI BELGE
Astroloji, önceleri kehanetten sorumlu rahipler tarafından krala tavsiyelerde bulunmak üzere kullanılıyordu. Helen kültürüyle birlikte, halk arasında yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı. Astrolojiye ait bilinen ilk yazılı belge Babil Kralı Ammişaduga’ya ait “Venüs Tableti”. İ.Ö 17. yüzyıla ait olan bu belgede gökyüzündeki gezegen hareketleri izlenip gözlemler yazılmış, kral ve ülkeyle ilgili öngörülere yer verilmiştir. Kehanet tabletleri dizisinin bir bölümünü oluşturan bu tablet Asur Kralı Asurbanipal’in kütüphanesinde saklanmıştır. Bir insana ait ilk horoskop ise İ.Ö 409 yılında çıkarılmış. Astronominin babası diye nitelenen Ptoleme’nin İ.S. 100’lü yıllarda hazırladığı astronomi ve astroloji kitapları, bugün kimlik kişilik analizlerinde kullandığımız Tropikal Zodyak sisteminin temelini oluşturur. Astrolojinin temel ilkeleri bu bilgilere dayanır. Astroloji, tıp ve psikolojiye katkıları olan bir bilim dalı. Günümüzde astrolojinin finansal, kriminal olaylar, politika, ülkeler, hastalık ve ilişkiler ile ilgilenen uzmanlık alanları var.



Tıbbın babası Hipokrat’ın bir astrolog olduğunu biliyor muydunuz? Psikolojik astrolojinin kurucularından İsviçreli Psikanalist Carl Jung, gezegen devinimleri ile insan deneyimleri arasındaki bağlantıları ve hastalarının yaşamlarındaki kriz dönemlerini doğum haritalarını çıkartarak saptamış çok önemli bir isim astroloji tarihinde. Psikolojik astroloji, sadece yaşanacak olan deneyimleri değil, bunları niçin hayatımıza çektiğimizi ve bundan anlamamız gerekenleri; yani bizim kimliğimize, kişiliğimize, farkındalığımıza katkılarını inceleyen bir bilim dalıdır. Kişilerin kendilerini tarafsızca görüp, potansiyellerinin farkına varabilmelerini ve daha mutlu ve doyumlu yaşayabilmek için bunları nasıl kullanabileceklerini anlatır. Aynı zamanda yaşamımızın hangi dönemlerinde ne tür sorunlarla karşılaşabileceğimize ve kendimizi nasıl değiştirebileceğimize işaret eder. Astrolojinin Amerika’da bir de üniversitesi var; Kepler Koleji. Bu kolej dünyanın ilk resmi astroloji üniversitesi olma özelliğini taşıyor.
Astrolojinin Tarihsel Gelişimi / Zodyak Sonrası Dönem

Hristiyan çağın başlamasından hemen önceki bir dönemde, yeni kavramlar daha maceracı ve heyecanlı astroloji düşünürleri arasında ortaya çıkmaya başladı. Ufukta yükselen burcun karakter üzerinde, gökyüzü ortasında bulunan burcunda kariyer ve başarılar alanında güçlü ve belirli bir etkisi olduğu düşüncesi tamamen sağlamlaşmıştı. Bu durum burçların ve gezegenlerin ufuk düzlemine ve doğum anındaki dünyasal konumuna göre etkisi kişinin hayatında önemli bir etkisi olduğu anlamına gelmekteydi.

Bu düşünce açık bir biçimde ilk defa M.S. 1. yüzyılda, Mısır’lı astrolog Petosiris tarafından öne sürülmüş, ekliptiğin burçlar dışında bölümlenmesi yanında, doğum anındaki ufuktaki burca göre de bölümlenebileceği düşüncesi kabul görmeye başlamıştı. Bu ikincil bölümleme konu edilen kişinin hayatında özellikle dünyasal olaylara ait özel bilgiler sağlamaktaydı.
Bu görüşü düşüncelerinde ortaya koyan yazarlardan birisi de yine M.S. 1. yüzyılda yaşamış olan Manilius’tur. Astronomica adlı kitabında, yükselen burçtan başlayarak ekliptiği 8. parçaya bölen bir sistem kullanmıştır. Ayrıca dört kadranın insan hayatındaki dört çağı gösterdiğini ifade etmiştir. Yükselen burçtan tepe noktasına çocukluk, tepe noktasından alçalan burca gençlik, alçalan burçtan ayakucu noktasına olgunluk, ayakucu noktasından yine yükselen burç noktasına yaşlılık dönemi olarak bakmıştır. Bununla birlikte Manilius’un görüşleri hiçbir destek bulmamıştır.

Bununla birlikte, artık tohum atıldıktan sonra, ekliptiğin yükselen burçla başlayarak bölümlenmesi düşüncesi ve zodyağa olan paralel anlamı uzun süre tanınmamıştır. Bu ikincil bölümlemenin ana bölümlemeyi (Zodyak) anıştırması mantıklı olacaktır. Cladius Ptolemy’de Manilius’tan 100 yıl sonra Tetrabiblos kitabında sözünü ettiğimiz 12’ye bölümlemeyi tanımlamıştır.

Ptolemy’nin Tetrabiblos’u ardından gelecek olan 1,500 yıl boyunca batı dünyasının ana referans kitabı olarak, çok önemli bir görev görmüştür. Ptolemy’nin aslında kendisi buluşçu değildir ama bir bilgi toplayıcısı ve organizatörü olmuştur. Bu durumda, M.S. 2. yüzyılda, Grek ve Roma dünyasının astrologlarının yükselen burcu başlangıç noktası olarak kullanarak 30 derecelik bir bölümle yaptığını ve ev sistemini buna göre kurduklarını söyleyebiliriz.

Tetrabiblos’un (Tetra dört, Dört Kitap) birinci kitabı gezegenlerin burçlar, açılar, dispositör ve yönetici olarak sınıflamaları ile ilgilidir. İkinci kitap dünya astrolojisi, ülkeleri yöneten burçlar, öngörüm teknikleri, yeniaylar, kuyruklu yıldızlar ve hava tahmini bilgileri içermektedir. Üçüncü ve dördüncü kitaplar horoskobun detaylı yorumlanması ve öngörümler yapılması ile ilgilidir.

Günümüzde de zodyağın yükselen burçtan başlayarak eşit biçimde bölümlenmesi pek çok yandaş astrolog bulmaktadır, bu sistemin adı Eşit Ev Sistemi’dir.

Ptolemy ardından gelen ikinci bir astrolog Julius Firmicus Maternus Siculus’tur. Astronomi üzerine sekiz ciltlik eserini MS 306-337 yılları arasında İmparator olan Büyük Konstantin’in devlet yönetiminde çalışan Mavortius Lollianus’a atfetmiştir. Evlerle ilgilenirken, haritanın aksları yükselen burçtan başlayarak 90 derece ekleyerek elde edilmiştir. Firmicus aslında, tepe noktasının ya da ayakucunun yükselenden 90 derece uzakta olmadığını farketmişti çünkü aslında bu noktalar nonagesimal ve karşıtı noktalardır. Bununla birlikte, aslında Petosiris’ün yönetimini tekrar etmekteydi. Benzer biçimde, ara ev girişleri 30 derece eklenerek yapılmaktaydı.

MS 3. yüzyılda, Porphirius (Porphyry) Ptolemy’nin yönteminden hareket ederek kendi sistemini kurdu. Bu çalışmasında iki kesişen eksenin önemine değinerek bunları 1., 4.,7. ve 10. evin giriş noktaları olarak görerek (bu noktaların birbirinden 90 derece uzakta olması gerekmeden) ara evleri akslar arasındaki yayı üçe bölerek hesapladı. Bu durumda evler ekliptiğe göre eşit olmamakta ve iki gruba ayrılmaktaydı. 1,2,3,7,8, ve 9 kendi aralarında eşit, 4,5,6,10,11 ve 12 de kendi aralarında eşitti.

Porhyrius ve Firmicus’un çalışmalarının ardından Yunan ve Roma dünyasında önemli bir ekleme olmamıştır. M.S. 5. yüzyılda, Proclus bunlara eklenebilir.

Ptolemy’nin Tetrabiblos’u M.S. 8. yy’da Bağdat’lı yahudi astrolog Al Batrig Mashallah tarafından Arapça’ya çevrilmiştir. Bunun çok şekillendirici etkisi olmuş, pek çok müslüman astrolog Bağdat’tan başlayarak matematik ve trigonometri alanında önemli katkılarda bulunmuşlardır.

Al Biruni tarafından 11. yüzyılda yazılan Astroloji’nin Elementleri adlı kitap zamanın Arap Astrolojisi’nin temel tekniklerini içermektedir. Kitap burçların ve gezegenlerin sınıflandırılmasını ve Ptolemy’nin anlattığı pek çok konuyu işlemiştir Bununla birlikte Al Biruni ve diğer astrologlar yeni yollar daha ortaya koymuşlardır. Bunlardan ilki 28 bölümlü Ay Menzilleridir. (Lunar Mansions) Bu bölümlerden herbirisi Ay’ın günlük hareketinde aldığı yol kadardır ve belirli anlamlar içermektedir. Diğer bir gelişme de Arap Noktalarıdır. Aslında bunlar ekliptiğin Güneş, Ay ve gezegenlerden başlatılarak 30 dereceye bölünmesiyle elde edilen yeni ev sistemleri gibi de görülebilir. Örneğin Güneş’e göre Ay Şans noktası (Fortuna), Merkür ticaret noktası, Venüs aşk noktası vb. gibi. Örneğin Güneş’e göre Ay 7. eve düşerse şans noktası da yükselen burca göre 7. eve düşecektir. Bu yüzden Arap noktaları eşit ev sisteminin bir türevi gibi görülebilir. Bununla birlikte, Arap astrologlar Porhyrius’un yöntemini terk ederek yeniden Ptolemy’nin 30’a bölümleme sistemini seçmişlerdir.

Müslüman yazarların Avrupa üzerinde derin etkileri olmuş, ortaçağ ve rönesans astrologları ancak bu eserlerin Latince çevirilerinden yararlanmışlardır. Bu çevirilerin bir kısmı Micheal Scot ve İspanya’da yaşayan birkaç yahudi astrolog tarafından yapılmıştır. Örneğin bunlar Opus Dei Nativitatibus ve Flores Astrologiae 9. yy’dan Albumasar’ın, Introductorium ad Scientum Judicialem Astronomiae 10. yy’dan Alchavitius’un, Liber in Judiciis Astrorum 11.yy’dan Albohazen’in, De Revolutionibus Nativitatum yine 11. yy’dan Albenragel’indir.
Ispanya’da 11. ve 12. yy’da yaşayan yahudi yazar Ibn Ezra özellikle çok etkilidir ve Arap yöntemlerinin yayılmasına öncülük etmiştir. Bu yöntemlerden birisi 15. yy’da Alman Regiomontanus (Johannes Müller) tarafından kullanılmış ve hala da bir ev sistemi olarak kullanılmaktadır. (Regiomontanus Ev Sistemi)

Kuşkusuz 4 ve 12 yylar arasında Astroloji tamamen ölmemişti. 7. yyda Bishop of Sevilla, Isadore, konu üzerinde kapsamlı yazılar yazmış ve Venerable Bede 8. yy’da De Temporius’u derlemişti. Bu kitap daha sonra Latince’den Anglosakson diline rahip Aelfric tarafından çevrilmiştir. Diğer eserler Blessed Alcuin (8. yy), Paul The Philosopher (9.yy), Notker Labeo, Papa Sylvester II, Papa John XIX, Hugh of St. Victor, ki bunlar 10. yy’a aittir ve 11. yy’dab John of Salisbury tarafından verilmiştir. Bununla birlikte, bu dikkat çeken eserlere rağmen, Astroloji uygulamalarının gerçek ivmesi Müslüman dünyasının bilim adamlarınca sağlanmıştır.

13. yy’la birlikte bu durum tamamen değişmeye başlamıştı. Avrupa üzerinde gerek fiziksel gerekse zihinsel müslüman etkisi ivme kaybetmeye başladı ve Batı yeni bir entelektüel merak belirmekteydi. Başpiskoposluk teklif edilen Michael Scot bunu reddeti ama Scot İmparator Frederick II’nin saray astroloğu olarak büyük bir etkiye sahipti. Arapça bilgisi bakımından da kendisi mükemmel bir akademisyendi. Bu dönemde önem arzeden diğer eserler Guido Bonatus, Peter Hispanus, St. Albertus Magnus, ve onun üstün öğrencisi St. Aquinas Thomas’tır. (Aquina’lı Thomas) Roger Bacon ve Duns Scutus da bu listeye eklenebilir. Bu astroloji için kralların patronluğu altında geçen buluşlar, heyecan çağı olmuştur.

Bu heyecanlı dönemin bir sonucu olarak teknikler de ardı sıra gelmeye başladı. Papa Urban IV’e papaz olan Johannes Campanus aynı zaman da başarılı bir matematikçiydi. Günümüzde dünya astrolojisinde daha fazla kullanılan ev sistemini Campanus geliştirmiştir. Campanus Porphyrius’un MC ve IC’yi 10. ve 4. evin giriş noktaları yapan yaklaşımını benimsemişti. Bununla birlikte, O ayrıca geri kalan ev derecelerinin eşit olarak bölümlenmesi düşüncesine karşı gelerek yeni bir teknik önerdi. Evler ekliptiğin zodyak burçları ile bölümlenmesinden oluştuğu için, Campanus bunu göksel bölümlemedeki karmaşayı aşabilmek üzere şöyle düşündü: Zodyak’la birlikte ekliptik Güneş’in yer etrafındaki görünen yıllık hareketini açıklamaktaydı. Dört köşe ise, dünyanın kendi ekseni etrafındaki günlük hareketi ile ilişkiliydi. Bu durumda, köşeler ev başlangıçları olarak ele alındığında, diğer evler de yerin hareketine göre hesaplanmalıydı, Güneş’in ekliptik üzerindeki hareketine göre değil.

Campanus böylece önce göksel küreyi ufuk ve meridyen düzlemlerinde dört kadrana böldü, daha sonra bir birine dik duran bu iki çember üzerinde, ana meridyen (prime vertical) yayının üç eşit parçaya bölünmesini sağlayacak şekilde (ufuk düzleminin ana meridyeni böldüğü yayın üçe bölünmesi) hareket etti. Bu durumda ekliptik ne ufuk düzlemine ne de meridyene bağlı olmadığı için ara evleri eşit derecelerde kesmemektedir. Campanus böylece hem köşe evleri gökkürenin ana eksenleri ile bağdaştırdı hem de gökkürede (ekliptik üzerinde değil) eşit hacimli alanlar (evler) yaratmış oldu.

Campanus’un bu çalışması 15. yy’da Viyana’da Astronomi profesörü olan Johannes Müller (Regiomontanus) tarafından daha ileriye götürülmüştür. Muller çok yönlü bir kişiydi, Ptoleme’nin Almagest’i çevirmiş, aynı zamanda Matematik ve Trgonometri alanında kitaplar yazmıştı. Muller’e göre, eğer evler dünyanın kendi etrafındaki harekete göre belirleniyorsa (yani ekliptiğin kendisine göre değil) gökyüzünün bölümlemesini Campanus’un yaptığı gibi Prime Vertical yani ana meridyen değil, bunun üzerine yapmak daha mantıklı olacaktı. Regiomontanus böylece evlerin giriş noktalarını gösterecek bölümlemenin ekvator üzerinde olması gerektiğini düşündü, çünkü dünyanın kendi etrafındaki hareketi doğrudan ekvatorla ilgilidir. Regiomontanus ev sisteminde evler ufuk ve meridyen ana akslarının ufuk düzlemini Kuzey ve Güney noktalardan geçecek ve aksların arasında kalan ekvatoru üçe bölümleyecek şekilde düşünülmüştür.

Regiomontanus’un çağı bir çok ünlü astroloğa işaret eder. Paracelsus, Jerome Cardan, Nostradamus, Valentine Naibod ve Franciscus Junctinus bunlardan en dikkat çekenleridir. Bu arada 16. yy Kopernik ve Brahe’nin yazı ve gözlemleri, Johannes Kepler’in matematik dehası ve gezegen hareketlerini hesap etmesi ve Galileo Galilei’nin teleskobu kullanması ile aynı zamanda helyosantrik (günmerkezli) bir bakış açısının da ağırlık kazandığı bir dönem olmuştur. Bu dönemde dünyanın ve gökyüzünün yeni bir görünümü elde edilmiş ve kuşkusuz Astroloji’nin teorik alt yapısı konusunda da şüpheler uyanmaya başlamıştır.

Kepler zamanından bu yana, (17. yy başları) Astroloji’nin arkasındaki gerçek itici güç iyiden iyiye kaybolmaya başlamıştır. Bu dönemdeki isimler yetenekliydi ama yeni disiplinler yaratacak bir zihinsel başarı ortaya koyamamaktaydı. Placidus di Tito, Padua Üniversitesi’nde matematik, profesörü ve aynı zamanda rahipti. Placidus evlerin statik gökyüzü bölümlemesine tamamen karşı çıkarak, yükselen burç derecesinin 24 saat boyunca yükseliş hareketine bağlı olan başka bir ev sistemi önerdi. Bu yaklaşım çağdaşları tarafından hemen reddedildi.

Astroloji’yi bilimsel araştırmalar platformundan atan kişi ise 18. yy başlarında Sir Isaac Newton olmuştur. Çekim yasası ile, gezegenlerin dünya üzerindeki etkisinin çok az olduğunu ve böylece bir etkisi olamayacağını göstermiş gibi gözükmüştür.

Entelektüel merakın ortadan kalkması ile birlikte, Astroloji eski bir bilim düzeyinden okültün, göz ardı edilmişliğin ve şarlatanlığın karanlık dünyasına itilmiştir. Astroloji 19. yy’ın kapanışı ve 20. yy’ın açılışına kadar bu durumda kalmış ve daha sonra Alan Leo (William Frederick Allan), Sepherial (Walter Gorn-Old) ve diğer birkaç isimle yeniden canlanmaya başlamıştır. Yeni fikirler ve kavramlar ard ardaya gelmeye başlamış ve modern astrologlar sadece az bilgi ve teknik yoksunluğu ile değil pek çok olasılığın bir arada olmasından dolayı da karmaşaya düşmüşlerdir

Hakan Kırkoğlu
HERMETIK ASTROLOJININ YÜKSELIŞI VE DÜŞÜŞÜ
Rönesans’tan Modern Çağın Başlangıcına
Darcy Woodall

Krallara, kahramanlara, imparatorlara şükür,
tarih ilerlediğinde güneş hep yukarıdadır.
Mircea Eliade

Tuhaf ve zeki Danimarkalı soylu Tyco de Brahe 1572 yılının 11 Kasım akşamı laboratuarından çıkıp akşam yemeğini yemek için yakındaki manastıra geçtiğinde zihni düşünülemez olanla boğuşuyordu. Kuzeydeki takımyıldız Cossiopeia’nın biraz önünde, akıl durduran bir parlaklıkla ışıldayan yeni bir yıldız asılıydı. Ertesi aylarda, gökyüzünde beliren– gözleri iyi olanların gündüz vakitlerinde de görebildiği- bu yeni ışığı herkes şaşkınlık ve hayretle izliyordu. Bütün Avrupa, uzmanlar, rahipler ve krallar sapkın sonuçlar içeren yeni bir olasılıkla karşı karşıyaydı. Eğer gökyüzünde parlayan yeni bir yıldızsa –Tyco böyle olmak zorunda olduğunu biliyordu -, o halde bu, kozmosun en dıştaki büyük feleğini, değişmez, sabit yıldızlar feleğini yerinde tutan ezeli ve ilahi ay-üstü âlemin kırılganlaştığı, felekte bir sızıntı olduğu ve ilahi ışığın bugüne dek emsali görülmemiş bir biçimde insanın ay-altı âlemine nüfuz ettiği anlamına geliyordu.
Birçokları için kaosun kozmik düzeni yırtarak içeri sızması anlamına gelen bu olay şer bir alamet, bilinen dünyayı silip süpüren siyasi, kültürel ve dini karmaşanın görünür bir işaretiydi. Sosyal uyumsuzluk Katolik Kilise’nin içinden ve dışından köktenci vahşi Hıristiyanların huzursuz yükselişiyle besleniyor olsa da, dünyayı yaradılışın başından beri bir arada tutan ruhani tutkalın eridiğine dair başka işaretler de vardı. Okyanus ötesinde tuhaf, kâfir dünyalar keşfediliyor, fethediliyor, yağmalanıyor; ganimetler yeni güçler edinip bağımsızlaşmış Avrupalı hükümdarların sandıklarını hızla dolduruyordu. Bu hükümdarlar, iktidara aç, hegemonya için giderek daha sık birbirlerine ve kiliseye meydan okuyorlardı; diğer yandan bir zamanların basit ve itaatkar kitleleri toprağı bırakıp yeni şehirlere ve kasabalara doluşuyor, zengin, hırslı, iyi eğitimli tüccarlara dönüşüyor ve meslek sahipleri ekonomik güçlerini giderek daha fazla hissettiriyorlardı. Havada bir kıyamet kokusu vardı. Hiçbir şey ‘olması gerektiği gibi’ değildi sanki ve birçok insan için mevcut düzenin yıkılışı aynı anda hem Tanrı’nın gazabının bir alameti hem sonucuydu ve yeni yıldız bu gerçeğin tartışılmaz ve kesin işaretiydi. Fakat yaklaşık bir yıl sonra, yeni yıldızın ışığı ortaya çıkışı kadar ani bir şekilde solmaya başladı. Sanki görünüp kaybolması hâlâ hayal edilemeyen yeni bir dünya düzeninin uzak bir işareteydi (Koestler 1959 293-4; Wooley 2000 132-7).
Bugün Tycho de Brahe yalnızca güneş-merkezli paradigmanın geliştirilmesindeki rolüyle değil, aynı zamanda modern bilimin kavramsal gelişiminden sorumlu olan yeni düşünürler içinde en renkli ve etkili karakterlerden biri olarak hatırlanıyor. Dikkatli deneysel gözlemde bir öncü olması Babil’den beri en kesin astronomik pozisyonların tablosunu çıkarmasıyla ünlü olması dolayısıyla Johannes Kepler ona, Astronominin Zümrüdüankası diyordu. O kadar iyi bilinmeyen şey ise, Kepler ve Tycho’nun bütün hayatları boyunca (kendi dönemlerinin birçok astronomu gibi) yeni bir Rönesans Hermetizminin adanmış taraftarları olmasıdır. Bu yeni hermetizm Helenistik dönem yeni-Platonculuğu, astroloji, maji ve Marsilio Ficino tarafından kavramsallaştırılmış olan klasik yunan felsefesinin bir sentezinden oluşuyordu ve Rönesansın ortalarında Avrupa kültürünün hemen her yerine sirayet etmişti. (Garin 137; Koestler 1956 290; Tarnas 1991 295).

Rönesans’ın entelektüel ve sanatsal bereketinden fışkıran en kökten kavramsal devrimin Kopernikçi güneş-merkezlilik teorisi olduğu ileri sürülebilir. Bu paradigma sosyal ve politik bir boşluğa doğmadığı gibi, kültürel bilince de kolayca ve bir bütün olarak yerleşmedi. Bilince yerleşmesi, geliştirilmesi, sağlamlaştırılması ve kanıtlanması yıllar sürdü. Bunun için Kopernik’in tereddütlü içgörüsü üzerine sayısız düşünür ve buluşçunun çalışması gerekti. Tyco’nun deneysel gözlemleriyle canlı tutuldu, Kepler’in yasalarıyla anlam kazandı, Galileo’nun teleskopuyla ‘kanıtlandı’ ve nihayet Newtoncu yasalarla bir doktrin haline dönüştü. Bütün bu isimler ve gelişmekte olan paradigmanın biçim almasına yardımcı olan birçok diğerleri, evrensel düzenin Yeni-Platoncu ve Hermetik felsefede idealize edildiği gibi kusursuz ve öngörülebilir olduğuna tam bir inanç besliyordu. Bu ilerlemeler, Thomas Aquinas, Francis Bacon ve Cusa’lı Nicholas gibi düşünürlerin tesis ettiği, doğal dünyanın bağımsız, ‘duyulara dayalı’ soruşturmasını dikkate değer ölçüde teşvik eden ve skolastik temeller üzerine inşa edilen daha kapsamlı bir düşünce devriminin bir parçasıydılar (Tarnas 1991, 291).

Hermetik kozmolojinin modern batı biliminin gelişmesinde oynadığı ilham verici –dolayısıyla zımnen astrolojik- rol ne kadar vurgulansa azdır. Rönesans büyük ölçüde pagan tasavvurlara karşı duyduğu ilgi nedeniyle ilk dönem Kilise tarafından reddedilen klasik yunan felsefesi, Gnostik ve yeni-Platoncu metinlerle dönüş yaparak entelektüel atmosferindeki en güçlü rüzgarı yarattı. 15. asrın ortalarından batı Avrupa medeniyetinin ve gücünün ortaya çıktığı 17. asra kadar ki çok önemli iki yüz yıl boyunca, tıp, tanrıbilim, felsefe, siyaset, astronomi, denizcilik ve matematik gibi pratik ve teorik disiplinlerin temelinde Hermetik düşünce yatıyordu. 16. asra gelindiğinde istisnasız her Avrupa mahkemesinde, sürekli görev yapan bir astrolog bulunuyordu. Tycho, Kepler ve Galileo, hepsi soylular için çalışan astrologlardı. Hepsi de Hermetik bakış açısını yorumlayan Paracelsus, John Dee ve Giordano Bruno çağlarının en meşhur düşünürleri ve bilimcileri olarak kabul ediliyorlardı. Yeniden canlandırılan Pisagorcu Harmonius Mundi (Alemlerin Uyumu) kavramı tutuştuğunda, yalnızca ressamlara ve şairlere ilham ateşi sunmakla kalmadı, aynı zamanda modern dünya görüşüne katkıda bulunan Nicholas Kopernik, Tycho Brahe, Johannes Kepler, Rene Descartes, Francis Bacon ve Isaac Newton gibi bilim dehaları yetiştirdi. 16. asra gelindiğinde, Marcilio Ficino’nun Bizans imparatorluğunun 1453’de çökmesiyle Avrupa’ya getirilen Yunan Felsefesi ve yeni-Platonculuğa ait metinlerin çevirisinin her yerde bulunabilir olmasıyla Hermetizm Avrupa kültürünün edebiyattan temsili sanatlara, akademiden, bilime ve dini hayata kadar hemen her yönüne sızdı.

Kopernik’in güneş merkezli vizyonunun 17. asırda herkes tarafından kabul edilmesinden önce, gerçekliğin doğası, sorgulanması akıldan bile geçirilemeyecek dini bir öğretiden ibaretti. Klasik Yunan’dan itibaren dünya katı kozmik hiyerarşik düzende en alt rütbeye sahipti; dünya eterik göksel cisimlerin ‘tanrısal’ yörüngelerinin merkezindeydi ve her cisim kendi kristalsi göksel çemberinde ikamet ediyordu. Bu hiyerarşik düzenlemenin üstünde ve ötesinde tam bir değişmezlik, birlik içinde, sonsuzluğun, mükemmelliğin vb. temsili primum mobile (ilk hareket ettirici) asılıydı. Yüce Göksel Kubbe İlahi düzenle uyum içinde işliyordu (katı feleğindeki deliklerden ilahi yakıcı ışık görülebiliyordu). Yüce göksel patikaya (Zoryak) yerleşmiş olan Güneş, Ay ve beş gezegen dünyadaki bütün çeşitlilik ve değişimin göksel sebebini resmediyordu. Hiyerarşik mekanik evren ay-altı (dünyevi) doğum, yaşlanma ve ölüm, geliş ve gidiş, akış ve değişim alemindeki bütün hayatı yönetiyordu. Arthur Koestler bu gerçekliği “duvarlar arasında evren” diye tarif eder. Bütün insanlar, doğanın bütün kısımları, Kopernik’in sözleriyle “İşçilerin En İyisi ve En Düzenlisi” tarafından inşa edilen ve tıpkı bir feodal kaleyi andıran kozmik mekanizma içinde sabit, önceden belirlenmiş rolleri yerine getirmeye kaderliydi. Gökyüzü (güya) göksel asillerin oturduğu bir adap, terbiye modeliydi; ay-altı mutfak onun kusurlu bir taklidiydi. Bununla birlikte göksel makine tıpkı bir ortaçağ kalesi gibi otomatik değildi, yani içsel hayattan yoksun değildi. Her şekilde birbirine bağlı, canlı bir sistemdi. Bütün hayat ruh sahibiydi ve her şey Anima Mundi, Dünya Ruhu’nun bir cisimleşmesiydi. Dünyevi olaylar göksel olaylarla “tıpkı bir telin belli bir tona akortlu olması gibi” uyum içindeydi (Carey, 8). Rönesans’ın gelişiyle, bu bakış açısı batı kültürünün derin dönüşümüne ilham verdi. Bu yeni entelektüel açıklığın en çarpıcı sonuçlarından biri, Mısır-Hermetik bakış açısına göre, Güneş’in yeniden göksel ve ruhani ilahiliğin nihai sembolü haline getirilmesi ve böylece dolaylı olarak sabit yıldızlar feleğinin, kozmosun doruk noktası olarak oynadığı çok önemli role meydan okumak oldu (Mumford 1964 29-32). Şemsi (Solar) imgenin yeniden tanrısallaştırılması, Rönesans’ın insanı “insan biçimindeki hermetik tanrı Antrokozmos” (Garin 137) olarak tüm varlığın üstüne yükselten insancıl ideallerini destekliyordu.
Kopernik 1511 yılında güneş merkezli çözümü düşündüğünde yeni bir gerçeklik keşfetmek için yola çıkmamıştı, deneysel niyeti büyük ölçüde muhafazakardı. Dini takvim, Kilise’nin göksel düzenle tam bir uyum içinde olduğunu gösteren ritmik işaretler artık mevsimlerle uyumlu değildi. Yani Kopernik’in amacı, “göksel cisimlerin (yermerkezli) görünümlerini kurtarmak için” (Koestler, 1959, 125) İlhamını Ptolemi’den alan Alfonsine Gezegensel Hareket Tablosu’nu yeniden düzenlemekti. Aristotelesçi kusursuz bir daire çizen gezegen yörüngeleri varsayımına dayanan bu tablolar asırlardır giderek kesinlikten uzaklaşıyordu. Bu durum -gezegenlerin yerlerinin kesin bir şekilde bilinmesi astrolojik yorum için esas olduğundan astrologlar için bildik sorunlar yaratmakla kalmıyor, giderek kesinlikten uzaklaşmaları Katolik Kilise içinde daha önce emsali görülmemiş tanrıbilimsel bir kriz yaratıyordu.

De revolutionibus orbium coelestium (Göksel Kürelerin Devri-âlemleri) adlı eserinde şunları yazıyordu Kopernik:
“Bu sebeple ki, kürelerin hareketlerinin mekteplerde matematik hocalarının ortaya koyduklarından farklı düşünen var mıdır diye görmek için, felsefecilerin mevcut bütün kitaplarını yeniden okuma zahmetli işine giriştim. Mamafih, evvela Cicero’dan Nicetas’ın arzın hareket ettiğini düşündüğünü öğrendim. Sonrasında ise Plutarch’dan bazı başkalarının da aynı minvalde düşündüğünü öğrendim: Herkes bilsin diye bunları aşağıda naklediyorum…”

“Bazı başkaları” sözüyle, Güneş’i bütün hayatın ilahi kaynağı ve bütün varlığın merkezi gören kadim Pisagorasçıları ima ediyordu. Kopernik Platon gibi yüce birinin Pisagorasçıları etüt ettiğinden hareketle kendi teorisinin de meşru olduğunu ileri sürerek devam ediyordu sözlerine:
“Benden evvel gelenlere astral fenomeni kanıtlamak için istedikleri çemberi inşa etme serbestinin bahşedildiğini bildiğim için, kendime de, arzı hareket haline koyduğumda, ispatımın, haleflerimin kürelerin devrialemleriyle alakalı ispatlarından daha sağlam olup olmayacağını sınama izninin verileceğini düşündüm.
Genellikle, horoskop haritasının yermerkezli perspektifle çıkarılması dolayısıyla, güneş merkezliliğin astrolojik teori ile uyumlu olmadığı varsayılır. Bu yaygın yanlış kavrayışın aksine, astrologlar Kopernik’in teorisine ilk sahip çıkanlar oldular ve birçoğu bunu büyük bir heyecanla yaptı. Örnekler Johannes Kepler ile sınırlı kalmayıp, John Dee, Giorduno Bruno, Tomaso Campanella, Thomas Digges ve Thomas Betnor gibi isimleri içeriyordu (Whitfield 2001 165-7). Gerçekten de bunlar arasında iki ismin ileri sürdüğü fikirler dikkate değerdir. Digges yıldızların bir göksel kubbe üzerinde sabit olmayıp sonsuz uzay içinde dağıldıkları fikrini teorileştirdi (A.g.e, 166). Digges’in kozmosu kesin bir biçimde güneş merkezliyken, Giorduno Bruno bir adım daha öteye giderek köktenci bir tavırla Dünya’nın güneşinin birçok merkezden yalnızca biri olduğunu ileri sürdü (Couliano, 1987 23). Bu inançtan dolayı yedi yıl boyunca Vatikan zindanlarında işkence gördü ve sonunda diri diri yakıldı.

Güneş merkezli bir evreni en fazla destekleyen metinlerden biri de, tarihin en eski dönemlerinde yaşamış efsanevi Hermes Trismegistus tarafından yazıldığına inanılan ve Marsilio Ficino tarafından 1463 yılında (Cosimo de Medici’nin ricası üzerine) hızla çevrilmiş olan Corpus Hermeticum’dur. Musa ile benzer bir itibara sahip olan “Üç Kere Yüce” Hermes hakkındaki efsaneler bütün ortaçağ boyunca devam etmiştir. Bilinmeyen zamanlardan kalma söz konusu metinler çevrilince, matbaanın da yardımıyla Avrupa’nın entelektüel merkezlerine inanılmaz bir hızla yayıldılar. Ficino bu metinlerin değerinden asla şüphe etmiyordu. “Üç Kere Yüce Merkür” fizik ve matematiğin ötesine, ilahi olanın temaşasına yükselen ilk felsefecidir,” diye yazıyordu (Moore 1990, 35).

Kadim Yunan literatürüne yeniden duyulan ilgi Avrupa’nın entelektüel manzarasını değiştirdi. Rönesans’ta cisimleşen haliyle astroloji yalnızca bir kehanet sistemi değildi (bununla birlikte, kehanet için de kullanılabilirdi). Astroloji, insanı Hakikat’in doğasını anlamaya götürebilecek yeniden canlandırılmış bir mnemonik [hatırlatıcı, belletici] sistemdi. “Rönesans’ta astroloji günümüzün radyoaktivite ve görelilik kuramları kadar yüksek bir itibara sahipti.” (couliano 1987, 180). Hayatın her alanıyla, “kozmoloji, doğal olaylar, sağlık ve hastalık, yazgı ve ölüm” (Withfield 2001, 128) ile ilgiliydi. Bir Rönesans filozofu için kozmosun uyumlu bir bütün, canlı bir varlıktı (Yunanca zoidia kelimesi kelimesine “yaşayan yaratık” anlamına gelir) ve İnsan kendi içinde “göklerin imgesini” (Ficino, I: 123) yaratma yetisine sahipti. Bununla birlikte bu hakikat yalnızca olağan duyularla anlaşılamazdı, o “aşkın, metafizik ve vahiy edilene kadar saklı kalan”dı. Hermes’in vahyi en az kutsal kitabın vahyi kadar önemli görülüyordu (Whitefield 2001, 148). Platon’un, öz-bilginin anahtarının, yani, ölümsüz ve ilahi olanın bilgisinin, kendi ruhunda saklı olduğunu anlayan, ideal insanın örneği olduğuna inanılıyordu. Diyaloglarında tekrar tekrar gökleri dünya ruhunun en kusursuz imgesi olarak resmediyordu ve Hermetik yazılar bütün gerçekliğin maddi alemi ilahi olanın ruhani alemine bağlayan sempatik enerjilerle dolu olduğu fikrini destekliyordu. Bu tekabül modelleri doğanın her yerinde mevcuttu ve ancak bilgeliği samimi bir biçimde edinmeye adanmış olanlara açıktı. Astroloji bu aşkın gerçekliğin en etkili, en ince ve kapsayıcı ifadesiydi. Böylece bütün astroloji biçimleri, hatta ortaçağ Kilisesi’nin Aristotelesçi öğretisinde müphem kalan adli astroloji bile kendine sağlam bir tanrıbilimsel ve felsefi temel bulmuştu.

“Solar Bilinç”e dair bir vurgu yeniden canlanmıştı.
“Hal böyleyken bile, Yaratıcı, yani Güneş, hep göğü yere bağlar” Corpus Hermeticum, 16:5); “Güneş ölümlüler üzerine hiç sönmeyen ışığını ihsan eder ve kozmosun ezeli bölgelerini besler.” (C.H., 16:8); “Ruhlar korosu… Güneş’in emrine verilmiştir.. fakat yıldızlar altında biçime tabidirler.” (C.H., 16:13). Hermetizm Güneş merkezli bir kozmos için ruhani meşruiyet sağlamakla kalmıyor, ayın zamanda daha sonra yeni bir imgesel felsefeyi besleyecek olan imgesel bir dünya görüşü geliştiriyordu; bu görüş en tutarlı şekilde öncelikle Ficino’nun astrolojik majisinde, daha sonra Roberd Fludd, Paracelsus, John Dee, Giardano Bruno ve diğer birçokları tarafından geliştirilecekti. Hermesçi Güneş’in cömertliğini ihsan eden hayat Ficino tarafından büyük bir aşkla dile getirilmiştir: “Ruhumuz, azalarının her birine özgü güçleri muhafaza etmekle kalmaz, bizim vasıtamızla, özellikle ruhun içsel ateşinin kaynağı kalp vasıtasıyla hayatın ortak gücünü arttırır. Aynı şekilde Dünya Ruhu her yerde çiçek açar; fakat bilhassa Güneş vasıtasıyla olur bu, çünkü o ayrım yapmadan hayatın ortak gücünü bahşeder.” (Moore 1990 127).

Astrolojiye ortaçağda ve erken Rönesans’ta muhalifleri tarafından yöneltilen en yaygın savlardan biri de birçok horoskopun kesinlikten uzak olmasıydı. Bu durum Alfonsine tablolarını kullanmanın bir sonucuydu. Sav her ne kadar tartışma götürür olsa da (birçok şey astrologun titizliğine bağlıdır), Kopernik’in tabloları devasa bir ilerleme oluşturmadı. Bununla birlikte, gezegensel hareketlere dair üç yasasını geliştiren Kepler’in ardından, astrologlar için basit ve güvenilir matematik denklemleri kullanarak kesin gezegen tabloları çıkarmak kıyasen kolay bir iş haline geldi.


Güneş-merkezli evren teklifi insanların otoritelere karşı bakış açısında kökten bir değişimle birlikte ortaya çıktı. Skolastik haleflerinin peşinden giden yeni düşünürler geleneksel otoriteye körce teslim olmak yerine bütün varsayımları deneysel kanıtlara tabi tutmaya - görülenle ölçmeye- başlayıp kozmosun çeşitli kısımları arasındaki ilişkileri tanımlamak için giderek daha fazla matematiksel denklemlere başvurmaya başladı. C. G. Jung, Güneş merkezli bir evrenin yeniden keşfinin modern, bireyselleşmiş bilincin gelişiminde güçlü b ir psikolojik motivasyon olduğuna inanıyordu. Fakat Jung aynı zamanda gölge Solar Bilince dikkat çekiyordu, bu bilinç “giderek daha fazla doğal nesnelerin deneyimine ve gözlemine dayanmaya” yol açıyor (Jung 1963 106) ve sonuç olarak duyusal ve deneysel olmayan algı biçimlerini dışarıda bırakıyordu. İdeal nesnel görüş üzerine yapılan vurgu katılaşarak, tek ‘nesnel’, ‘gerçek’ beşeri algı biçiminin fiziksel gözlerle görülenlerin olduğunu söyleyen nihai sonuca varıyordu.
Bunun astroloji pratiği üzerine etkisi iki yönlüydü. Bir yanda, bireyin solar bir “Benlik” ile özdeştirmesi bireyin önceliğine dair hümanist idealin altını çizip, her bireysel hayatın –tekerrür etmeyen bir doğum haritasının işaret ettiği üzere- önemli ve anlamlı olduğuna dair görüşü teşvik etti. Astroloji artık imtiyaz sahibi, yüksek rütbeden erkeklerin (ve kadınların!) tekelinde değildi. Sıradan insanlar kozmostaki kendi yerlerine anlamaya çabalarken, kişisel sorunlarına dair içgörü kazanmak için astrolojik danışmanlıktan yardım aldılar. Öte yandaysa, astroloji teorik alandan pratik alana giderek daha fazla kaydıkça, astrologlar ruhani anlamda giderek daha fazla lâfzîleştiler (literalizm). Kepler’in matematik yasalara dayanışını meşrulaştırışında bu daha sonra trendin ilk işaretleri görülür:
“Daha ziyade fiziksel nedenlerle ilgiliyim. Amacım göksel mekanizmanın bir ilahi organizmaya değil, bir saat aygıtına benzediğini göstermektir.” Astrolojiye giderek zenginlik ve güç için başvurulmaya ve pratisyenleri de hayatın ayrıntıları üzerine odaklanmaya başladı. “Kıyafet almaktan evlenmeye kadar hayat kararlarını vermek için… hayal güçlerini canlı tutmak için değil… fakat fiziksel hayatta başarılı olmak için” Moore 1990 121).

O halde, erken bilimsel dönem astrolojik pratiğin altını oymadıysa ve aslına bakılırsa birçok açıdan onu teşvik ettiyse, astrolojinin ani düşüşünün nedeni nedir? Hikâyenin bu kısmı için Hıristiyanlık ve Astroloji sorununa bakmalıyız. “Astrolojiyi çevreleyen savaş kültürün her yönüne değmiştir” (Garin 1983, 5). Hermetik yeniden canlanışın en dramatik sonuçlarından biri de Protestan İsyanın doğurduğu olağanüstü dini ve siyasi dürtü ile Katolik Kilise’nin başlattığı reform karşıtı harekettir. İlk Hıristiyanlık dönemlerinden beri teologlar arasında adli astrolojinin rolü hakkında her zaman şiddetli tartışmalar olmuştur. Bununla birlikte Kilise doğal dünyanın göksel nedenselliğini asla sorgulamamıştı: var olan tek tartışma insan ruhunun göksel nedenselliğiyle ilgiliydi. Astrologlar insan iradesinin ahlaki özgürlüğünü yücelten Hıristiyan Öğretiye meydan okumadığı müddetçe, (“Bilge insan yıldızların efendisidir”) astroloji teolojik çitin üzerinden atlayabiliyor ve kilisenin değişen derecelerde zımni onayını alabiliyordu.

Proteston Reformu, Hıristiyanlık tarihindeki en baskıcı dönemlerden birine yol açtı. Martin Luther katı taleplerini Wittenberg Kilise’sine astıktan yüzyıl sonraki süre içinde tepkisel ve köktenci küçük kiliseler Avrupa’nın her yerine ve oradan da Kuzey Amerika’ya yayıldılar. Katolik Kilise, Reformasyonun kendi hegemonyasına yönelik derin saldırısına içindeki bütün pagan (şer, majikal ve kafir) sapkın enfeksiyonları acımasızca temizleme çabasıyla tepki verdi; çünkü Reformasyonun en ciddi suçlamalarından biriydi bu. (Tarnas, 1990, 238). Kilise’nin astrolojiye karşı tutumundaki değişim inanılmaz ölçüde hızlıydı; Reformasyon ağır darbeler indiriyordu ve kilisenin prensleri, asırlardır ilk defa, korkuyorlardı. Astrolojiye derin ve hiç vazgeçmediği bir ilgi besleyen Papa III. Poul’ün ölümünden sadece on beş yıl sonra 1585’te, V. Sixtus adli astrolojiyi yasaklayan (astrologlar kilisenin kalan ömrüne dair öngörülerde bulunmaya başlamıştı!) ilk kanun tasarısını sundu.
Birincisini takip eden 1631 yılındaki ikinci tasarıyla asırlardır kilise ile birlikte var olan astrolojiyi hiçbir şekilde belirsizlik içermeyen bir dille sapıklık olarak damgalamıştır (Campion 1989, 78; Whitfield 2001, 163). Sonuç olarak adli astroloji, Yeni-Platoncu “doğal” maji, simya ve Kabala hakkındaki Hermetik metinler, artık kadim bilgeliğin ilahi bir biçimiyle değil, paganizm, putperestlik ve iblislerle düşüp kalkma ile ilişkilendirilerek sansüre edilmiştir. Bütün kehanet yöntemleri yasaklanmış ve astroloji hızla eğitim dünyasındaki merkezi yerini yitirmiştir (Couliano, 1987, 202-3). On altıncı asrın sonunda Papa’nın fermanıyla İtalyan üniversitelerinde adli astrolojinin öğretilmesi yasaklanmıştır. Bu eğilim Fransa’daki son astroloji kürsüsünün 1770’de yasaklanmasıyla doruğa erişecektir. Hem aforoz edilmekten hem (kesin ölümle sonuçlanan) sapkınlık suçlamasından korkan astrologlar, astrolojiyi reddetmeye başlamıştır.

On altıncı asırda, hem Katolik hem Protestan Avrupa’da, dehşet verici sayıda insan cadı etiketi yapıştırılarak yakılmıştır; bu histeri, dini imgelerin püriten parçalanmasını getiren aynı zihinsel darlıkla yaşanmıştır: “Her iki örnekte de kurban insanın hayal gücüdür” (Couliano, 1987, 91). 1600 yılında eğitimli dünya sonsuz evren görüşünü savunma cesaretine sahip bir Hermetik olan Giordano Bruno’nun yakılarak idam edilmesiyle şok olmuştur. İngiltere’de bir zamanlar herkesin saygı gösterdiği John Dee büyücü olarak damgalanmış ve bir köylü kalabalığının meşhur kütüphanesini yok etmesinin acısını yaşamıştır. Ününü kaybetmiş, bilinmezlik ve yoksulluk içinde ölmüş; dikkate değer teknik, matematik ve denizcilik alanlarındaki küçümsenmeyecek katkıları yok sayılmıştır. Galileo, bilimin savunuculuğunu yaptığı için değil, ama Kilise’nin “dört duvarla çevrili evren” anlayışına karşı çıktığı için engizisyonca yargılanmıştır. Newton bile, “Başım omuzlarımın üstünde ve orada kalmasını istiyorum” diyerek simya deneylerini gizli tutmuştur (Ibid., 81). Bütün bu insanların her şeyden önce adanmış Hıristiyanlar olduklarını da unutmamalıyız.


Hermetizmin yeniden keşfi Avrupa âleminde ikiye ayrılan derin bir yol açmıştır. Yollardan biri Marsilio Ficino tarafından çok güzel bir biçimde anlatılan hayal gücüne giderken, diğeri ideal düzene saygı ve tapınmaya açılıyordu. Somut ütopyacı düşler sonunda insanı beyhude kusursuz fiziksel sistem arayışına yöneltti. Newton’un çekim yasaları dünya ve gezegenler arasındaki fiziksel nedenselliğin ihmal edilebilir boyutlarda olduğunu belirlediğinde,, gökler ile yer arasındaki kozmik ilişki geri dönülmez bir biçimde zarar görmüştür. Püriten hareketlerin bu önemli dönem üzerindeki etkisi devasadır: içsel psişik manzara ile sosyal topografya dramatik bir biçimde dönüşümden geçmiştir. İmgesel veya mitsel olan her şey putperestlik ve batıl inanç olmakla damgalanmıştır: püriten madolyonun iki yüzü. Böylece insanın imgelem yetisi nicelenebilenin, yani “gerçek olanın” kesin öncelliğine dayanmaya mahkum edildi. Kabul edilebilir tek niteliksel değer artık “yanlış” veya “doğruydu.” Hakikat bir kez daha dinsel veya bilimsel otorite tarafından önceden belirlenmeye başladı; bireysel içgörüler ya öznel ya da iblislerden gelmeydi. Metafizik fizikten ayrılınca, güvenilir tek bilgi kaynağı ya bilimsel, deneysel ve sınanabilir bilgiydi ya da Kutsal Kitap’ın lafzi, dar kafalı yorumlarına dayanıyordu. Hem dindar hem laik puritenler mekanik ilkeyi, yasalarının araştırılmasını ilham eden bir tanrı inancının üstüne çıkardı. En önemlisi de, ruha dair kavrayış değişti, ruhu daha yüceye bağlayan bağlar boş bir soyutlamaya, canlı doğa bir cesede, nedensellikle işleyen bir mekanizmaya dönüştü. Birçok insan için hayat cansız, boş ve anlamdan yoksun bir şey haline geldi.

Makinenin gölgesi insanlığın üzerine Aristoteles zamanından beri çökmüş olsa bile, serpilen modern dünya çocukluk dönemine ait bu metaforu en karanlık sonucuna taşıdı. Bilimselciliğin zaferi ve Hıristiyan köktenciliğin muzaffer yayılmasıyla entelektüel ve ruhani ağırlık merkezi kaydı. Scientia bundan böyle metafizik ve fizik bütün bilgiyi kucaklamayacaktı. Bunun yerine teknolojinin nedimesine dönüşecekti. Kozmik makine hem dinde hem bilimde mutlak düzenin kaynağı olan tek, otoriter zihin modeline dönüştü. Dünya her yerde görülebilen anlamlı bağlantıların sembolik diliyle dolu ruhani dinamizmle canlı bir yer değildi artık, gerçeklik artık maddi, kaba ve katıydı.

On yedinci asırdan önce astrologlar bilgelik arayıcılarıydılar; bilgi sahibi filozoflar, mistikler ve tanrıbilimcilerdiler; ilahi hakikatin arayıcılarıydılar. Artık üniversitelerden atılmış (deyim yerindeyse dayandığı entelektüel ve metafizik halı ayaklarının altından çekilmiş olan) astroloji fırsatçıları çekmeye başladı; cahilleri ve aptalları. On yedinci asır süresince birkaç istisna dışında mesleki tanımları bireysel falcılar ve halktan şifacılar tanımına geriledi. En iyiler ve en dürüstler astroloji hakkında bildiklerini evlilik, sağlık ve kaybolan şeyleri bulmak gibi günlük meselelerde yardım için kullanırken, en kötüleri şarlatanlar, mümkün olan her fırsatta saf insanlardan faydalanan kurnaz hilekarlara dönüştüler. Her yerde şarlatanların çığlıkları duyuldu: “Astroloji kurnaz zekaların dürüst ve basit insanları dolandırma sanatıdır… bütün öğrencilere ağızlarını her açtıklarında yalan söylemeyi öğreten… doğruyu ancak fahişelerin kiliseye gittiği, cadıların ve orospuların dua ettiği sıklıkta söylemeyi öğreten bir bilimdir…” (Whitfield 2001 176-7).
Birkaç istisna dışında astroloji daha iyi bir hayat için bir bilet gibi görünmektedir, “Dönemin astrologlarında bir serserilik, bir hovardalık vardı… Londra’ya ceplerinde beş kuruş olmadan gelir ve birden astrolojisinin cazibesini keşfederlerdi.” (A.g.e., 177-8).

Astrologlar (ve müşterileri) yüzeysel okült bilgi ve bu bilginin dayandığı ilkeleri gerçekten kavramaktan yoksun olarak “kaderi kandırmanın” en iyi yolunu keşfetmeye niyetli görünüyordu. Üstelik bu yeni astrologlar daha önceki dönemlerde akla hayale gelmeyecek bir girişimci karakterin vücut bulmuş haliydiler. Matbaanın keşfiyle birlikte ortaya çıkan ticari almanaklar artık her yerdeydi, binlerce satıyordu ve en düşük, en yaygın müşterek paydaya sesleniyordu. Sansasyoncu almanakçılar ve üfürükçülerle kalabalıklaşıp kültürel dünyanın kıyılarına savruldukça ona yeni bir isim verildi: sözde bilim.
Bununla birlikte astrolojik geleneğin sürekli değişen toplumsal bağlama uyum sağlamak için kendini yeniden yorumlama kapasitesinin batı düşüncesinde bir benzerine rastlanmadığı akılda tutulmalıdır. Modern bilimin onun ölümcül düşüşüne katkıda bulunduğu kuşku götürmezse de, o tek sorumlu olarak görülemez. Suç dinin üstüne de atılamaz, çünkü nihayetinde bilim (ve bir bütün olarak batı kültürü) kendini dinin boyunduruğundan kurtarmada hayli başarılı olmuştur. Astrolojinin önündeki engel daha bayağıdır. Astrologlar, maddi olmayan gerçeklik olasılığına giderek daha az teklif veren ‘reform edilmiş’ bir dünya görüşünü zımnen benimseyerek kendi kendilerini sansürlediler. Kendi ideallerinin ve ilkelerinin en indirgeyici yorumuyla sorgusuz sualsiz bir ittifaka girişerek astroloji kendi mahvını hazırlayarak, bizzat kendi köktenciliğinin mikrobuyla zehirlendi. On yedinci asrın sonuna doğru, kozmosun önceden belirlenmiş bir düzene göre işleyen bir mekanizma olduğu görüşünü destekleyen astrologlar istisnadan ziyade, genel kural haline geldi.

Süreç öylesine inceden, yayılmacı bir hızla gerçekleştirmiştir ki bu görüşün dengeyi ne zaman kendi lehine çevirdiğini görmek çok zordur. İndirgeyici nedensellik astrologlar tarafından kucaklandıkça (saçmalık derecesinde nedenselci ve yüzeysel pratiklerinde kanıtları sergilendiği üzere), astrolojik kozmoloji nihayet tümüyle kendi felsefi, Hermetik kökenlerinden kopup dinsel, bilimsel, felsefi veya metafizik bir barınaktan yoksun kaldı. Diğer ruhani ve metafizik sistemlerin dışında kalarak, kendi öğretisini anlamlandıracak araçlarını yitirdi. “Beşeri imgelemin derin dönüşümü”, (Couliano 2001, 2003) metafizik bir felaket oldu. İkna edici bir yanıt bulmaya girişmek bu makalenin kapsamını aşsa da soru yine de sorulmalıdır: Astrolojik ve/veya Hermetik bakış açısında, onun maddeci erkin cazibesine zaaf duymasına yol açan içsel etken nedir? Kesinlikle soruşturmaya değer bir soru bu.
Yeni bir milenyumun başlangıcında, hem din hem de bilim vaktini doldurmuş, indirgemeci paradigmalarıyla boğuşuyor. Düşünen insanlar ne geleneksel dinin ne de bilimin cevaplar veremediğini keşfediyorlar: Birçok insan, Ficino’nun beş yüz yıl önce öğrettiği gibi, ilahi ahengin kendi içlerine tekabül ettiği noktaları keşfetmek için psişik süreçlere dair majikal dile yöneliyor. Çok şükür, insani deneyimin imgesel alemlerinin yeniden değer kazanmasıyla birlikte, Rönesans Hermetizminin ruhunu anlayan astrologlar, yeni milenyum rönesansında önemli bir rol oynama fırsatına sahipler. Umudum yalnızca atalarımızın bilgeliğinden değil, hatalarından da dersler çıkarmamızdır.


Kaynakça ve Alıntılanan Eserler:
Carey, Hilary. (1992) Courting Disaster: Astrology at the English Court and University in the Later Middle Ages. New York: St. Martin’s Press.
Campion, Nicholas. (1989) An Introduction to the History of Astrology. Kent: JAYBECK Copernicus, Nicolaus. (1995)
On the Revolutions of Heavenly Spheres. translated by Charles Genn Wallis. Amherst, NY: Prometheus Books.
Couliano, Ioan P. (1987) Eros and Magic in the Renaissance. translated by Margaret Cook. Chicago: The University of Chicago Press.
Currey, Patrick. (1989) Prophecy and Power: Astrology in Early Modern England. Cambridge: Polity Press.
Ficino, Marsilio. (1985) Commentary on Plato’s Symposium on Love. translated by Sears Jayne. Woodstock, CT: Spring Publications.
_______. (1975) The Letters of Marsilio Ficino. Vol. 1. translated by The School of Economic Science. London: Shepheard-Walwyn.
Garin, Eugenio. (1983) Astrology in the Renaissance: the Zodiac of Life. translated by Carolyn Jackson, June Allen & Clare Robertson. London: Routledge & Kegan Paul.
Grafton, Anthony. Cardano’s Cosmos: The Worlds and Works of a Renaissance Astrologer. Cambridge: Harvard University Press.
" Hermes Trismegistus". (2000) The Way of Hermes: New Translations of the Corpus Hermeticum and the Definitions of Hermes Trismegistus to Asclepius. translated by Clement Salaman, Dorine Van Oyen, William D. Wharton, Jean-Pierre Mahe. Rochester, Vermont: Inner Traditions.
Jung, C.G. (1963) Mysterium Coniunctionis. Collected Works, vol.14. translated by R.F.C. Hull. Princeton: Princeton University Press, Bollingen Series XX.
Koestler, Arthur. (1959) The Sleepwalkers: A History of Man’s Changing Vision of the Universe. New York: Arkana.
Moore, Thomas. (1990) The Planets Within: The Astrological Psychology of Marsilio Ficino. Hudson, NY: Lindesfarne Press.
Mumford, Lewis. (1964, 1970) The Myth of the Machine: The Pentagon of Power. New York: Harcourt Brace Jovanovich, Inc.
Pauli, Wolfgang. (1955) The Influence of Archetypal Ideas on the Scientific Theories of Kepler in The Interpretation of Nature and the Psyche. New York: Pantheon Books, Bollingen Series LI.
Pico della Mirandola. (1940) On the Dignity of Man. translated by Charles Glenn Wallis. Indianapolis: The Library of Liberal Arts.
Tarnas, Richard. (1991) The Passion of the Western Mind: Understanding the Ideas That Have Shaped Our World View. New York: Ballantine Books.
Thomas, Keith. (1971) Religion and the Decline of Magic. Oxford: Oxford University Press.
Whitfield, Peter. (2001) Astrology: a history. New York: Henry N. Abrams, Inc.
Woolley, Benjamin. (2001) The Queen’s Conjurer: The Science and Magic of Dr. John Dee, Advisor to Queen Elizabeth I. New York: Henry Holt and Company.
Yates, Francis. (1964) Giordano Bruno and the Hermetic Tradition. New York: Vintage Books.

Copyright © 2005, Darcy Woodall
Astrolojinin; M.Ö 4. Milenyum da Babil ve Mezopotamya bölgelerine kadar giden bir geçmişi vardır. Bu çağlarda astroloji, daha çok dini inanışların temelinde yaklaşılan bir olgu idi.

M.Ö 3. Milenyuma doğru Mısır’da yayılmaya başlayan astroloji; yaşayan uygarlıklara savaşlar, kıtlık ve bereket gibi toplumların temel sorunları hakkında rehberlik etmeye başladı. Kendilerine özgü metotlar geliştiren Çinli’ler, Amerika Kıtasında Mayalar, Hindistan Bölgesinde yaşamlarını sürdüren topluluklar arasında yaygın bir şekilde ilgi gören astrolojinin tarihçesi, bazı kaynaklara göre M.Ö. 5000 yıllarına kadar geriye gitmekedir. Hatta, Mısır’da Giza bölgesindeki Antik Memphis kentinde bulunan piramitler üzerinde yapılan çalışmalar, gök cisimleri ile insanların ilgisinin M.Ö 10500 yıllarına kadar geri gittiğini göstermiştir.

Eski Yunan ve Roma Devirleri

“İlacın Babası” olarak bilinen Hippocrates; tıbbi konularda ve hastalıkların gelişimi ile ilgili öğretilerde öğrencilerine astrolojik olarak yaklaşımlarda bulunmuştur. M.Ö 8. yüzyılda yaşayan Şair Hesiod “çabalar ve güçler” adını verdiği uzun şiirinde, yıldızların ve gezegenlerin yaşamımızdaki önemini vurgulamıştır. Bu çağlarda astroloji, özellikle İmparatorluk zamanında zirveye ulaşarak yaşamın her bir kolunda eski çağ kültürü olarak yerini aldı. M.S. 2. yüzyılda Yunan Bilimcisi Ptolemy, “astroloji üzerine çalışmalar” adlı kitabında Güneş, Ay ve Yıldızların hareketlerini inceleyerek, bu hareketlerin insanlar ve yaşamları üzerindeki etkilerini yazdı. Bu eserler, eski çağlardan bize kalan önemli tarihsel belgelerdir.

Orta Çağ ve Sonrası

Güneş, Ay ve Gezegenlerin, farklı insan karakterinin üzerindeki etkisi, bu çağda Yunan ve Arap halkları arasında en az Simya kadar ilgi görmüştür. Astroloji- Simya konusunda okullar açılmıştır. Orta Çağdan sonraki zamanlarda da astroloji; imparatorların, doktorların, bilimcilerin, burjuva sınıfının, halkların yüzyıllarca ilgi alanında kalmıştır. Daha sonra 16. yüzyıl Avrupa’sının taassuba yönelik sert koşulları bu alanda çalışmaları sekteye uğrattı. Daha sonra Gezegenler arası mesafelerin keşifleri de “bu kadar büyük uzaklıklarda herhangi bir etkinin olup-olamayacağı” konusunda tereddütleri beraberinde getirdi. Fakat, bu alanda gök cisimlerinin yörüngeleri hakkında çalışmaları ile ün salan Kepler’in (1571-1630) ve 1700 yıllarında Fizikçi Sir İsaac Newton’un gezegenler arası etkileşimler ile ilgili çalışmaları astrolojiye katkı sağlamıştır.

20. Yüzyıl

19. Yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın ilk dönemleri diğer bilimsel konuların gelişimine sahne olduğu gibi, astroloji konusunda çalışmaların tekrar ağırlıklı olarak gündeme gelmesine vesile oldu. İsviçreli Psikanalist Carl Gustave çalışmalarında astrolojiden den yararlandı. İngiliz Astrolog Alan Leo, Rus Madam Blavatsky’ın astroloji üzerinde yoğunlaşmaları, İngiltere ve Almanya’da astrolojinin yeniden güncellik kazanmasını ağladı. 1970 yılında Amerikalı Dane Rudhyar, müzik ve felsefe konuları üzerinde çalışırken astroloji konusunda “Bilincin Gezegenleri” adıyla çok değerli bir kitap ortaya çıkardı. Bu eser, Amerika’da, Hollanda’da, Fransa’da çok büyük bir ilgi gördü. Yine bu dönemler, Amerika ve İngiltere’de profesyonel astrologların yetişmesi için okullar açıldı.

İçinde Bulunduğumuz Yeni Milenyum

Bir bilim ve sanat olarak Astroloji hala keşfedilmeyi bekliyor. Her yönüyle hızlı bir devinim ve yarışın olduğu günümüz koşulları, neden olduğu vahşice gelişen rekabet ortamında herhangi bir konuda odaklaşmayı ve dikkati yoğunlaştırmayı günden güne daha da zor hale getirmiştir. Bireyin kendini tanıması, varoluşunda mevcut olan potansiyellerini açığa çıkarması, sürekli yarış halinde olduğu çevre şartları ile olan çekişmeleri gibi ruhsal ve öz benlik temelinde yapılan analizlerle, çözüm doğrultusunda Astrolojiye olan talep giderek artmaktadır. Astroloji, bu çerçevede yaşam sürecinin her bir kesitinde davranışlarımızı daha bilinçli bir şekilde pratiğe geçirme konusunda bize kılavuzluk etmektedir.


Filiz Özkol
ASTROLOJİ'DE ÇAĞLAR

Kadim Astroloji'de burçlar ve sabit yıldızlar feleği diye de adlandırılan sekizinci feleğin hareketleriyle oluşan çağlar bu feleğin kendi kuşağı yörüngesindeki hareketiyle (batıdan- doğuya) her burcu tamamlamasıyla oluşur. Yetmiş güneş senesinde ancak bir derece yol almasıyla bir burçtaki geçişi yaklaşık 2100 yıldır. Tüm Zodyak burçlarındaki dolaşımı ise yaklaşık 25.200 senede tamamlanır. Filozoflar bu süre tamamlandığında denizlerin ve karaların yer değiştirmesiyle, bütün alemin işleri baştan aşağı değişir demişlerdir.
Modern astroloji bu hareketlenmeyi ekinoksların kaymasıyla açıklamaktadır. Ekliptiğin eğimindeki değişim ve ekliptiğin gök ekvatorunu kestiği noktanın ekvator üzerinde gerilemesidir. Bu sonuncu değişmeye ekinoks eksenindeki kayma (presesyon) denir. Bu gerileyiş, nihayet bir yerde ilk gözlem yapılan noktaya gelinmesi sureti ile bir periyot verir. Bu periyot, bugünkü astronomik sabitler göz önüne alınırsa, 25780 senede tamamlanır.

Çağların geçişlerinin tam olarak belirlenmesinin güçlüğüne rağmen arkeolojik bulgularla da desteklenen 7 çağı aşağıda sizlerle paylaşmak istiyoruz. Bu çalışmamızda yaklaşık 2000 yılı kapsayan periyotlarda dünyanın ve insanlığın geçirdiği değişimleri farklı bir açıdan göstererek, astrolojinin kapsamı hakkında sizlere bir fikir vermek istedik.

Astroloji literatüründe yer alan 7 önemli çağ



ASLAN ÇAĞI : MÖ 10.000-8.000

Hesaplayabildiğimiz en erken çağ olan Aslan çağı insanoğlunun sanatla tanıştığı ilk çağ olarak da kabul edilebilir. Yanda resmini gördüğünüz Prehistorik mağara resimleri bu çağın insanlarının sanatsal aktivitelerine ilk örnek teşkil edebilir. Aslan burcu yaratıcılık ve gösteriyle yakından ilgilidir. Bu çağda Aslan burcunun yöneticisi olan güneşin önemi oldukça belirgindi. Güneş uzunca bir süre devam eden buzul çağının sonunu da müjdeliyordu.

YENGEÇ ÇAĞI : MÖ 8.000-6.000

Bu çağda Yengeç burcunun ve onun yöneticisi Ay'ın da etkisiyle insanoğlu yerleşik hayat biçimini daha kalıcı bir şekilde inşa etmeye başladı. Ev ve aile yaşantısın bu dönemde daha çok vurgulandığını görüyoruz. Annelik burcu olarak bilinen Yengeç döneminde bir çok kültürde (Çin, Mezopotamya, Hindistan) dişi enerji daha öne çıkmış ve bolluk, bereket kavramları kutsallaştırılmaya başlanmıştır. Bu aynı zamanda güçlü bir koruma içgüdüsünün yaşam bulduğu dönemdir. Vahşi hayvanlar yada diğer insan düşmanlara karşı toplumunu koruma farkındalığı gelişmiştir. Yengeç burcunun aşçılık ve besleme ile olan ilgisinin bir yansıması olarak bu dönem tarım ve balıkçığın ilk başlangıç dönemleri olarak kabul edilmektedir.



İKİZLER ÇAĞI : MÖ 6.000-4.000

İkizler entelektüellik ve iletişimin burcudur. İkizler çağı yazı sanatının başladığı çağ olarak da bilinir. Taşların üzerine çeşitli sembollerle yazıların ilk kez bu dönemde ortaya çıktığı gözlenmektedir. Çevre ilişkileriyle birlikte kültürel gelişmeye paralel olarak dil de büyük bir gelişim göstermek zorunda kaldı. Bu çağın en önemli vurgusu iletişim üzerineydi. İkizler burcunun vurgusu iletişim, haberleşme ve yolculukları bu dönemde görmekteyiz. İnsanın kendi yerel çevresinden başka bölgelere olan yolculukları da bu döneme rastlamaktadır. İkizlerle yakın ilişkisi olan ticaret ilk kez bu dönem gelişmeye başladı. Dünyadaki ilk yerleşim yeri olarak kabul edilen Eriha'da bu dönemde kurulmuştur.

BOĞA ÇAĞI : MÖ 4.000-2.000

Maddi değerlerle ilgili Boğa burcunun etkili olduğu bu çağda; insanoğlunun kendi kimliklerini ortaya koymak istemesini, güvenlik, güzellik ve lüks anlayışının öne çıktığını görüyoruz. Boğa çağının hüküm sürdüğü bu zamanlarda sağlam inşa edilmiş binalar ve bunların yansımaları erken Mısır başta olmak üzere yeryüzündeki tüm medeniyetlerde kendilerini göstermektedir. O dönem insanların inşa ettikleri heybetli ve güzel tapınaklar, istikrar için inşa edilen yapılar ve bir çok uygarlıkta ortaya çıkan kutsal Boğa dinleri bu yakın tarihin karakteri ile burcun özelliklerini birebir yansıtmaktadır.



KOÇ ÇAĞI : MÖ 2.000- 0

Bu çağda özellikle Yunan medeniyeti Koç burcuna ait bütün özellikleri adeta vurgulamış görünmektedir. Agresif, iddialı ve savaşçı yunan etkileri bu çağa damgasını vurmuştur. Koçtaki savaşçı yön bu zamanlarda dünya yüzünde hüküm sürmüştür. Yiğitlik, mertlik ve başarı hiç bir dönemde bu dönemdeki kadar vurgulanmamıştır. Sağlamlık, dayanıklılık ve spor bu çağda ön plana çıkmıştır. İlk olimpiyatların Antik Yunan'da başladığı bilinmektedir. (Olimpiya)


BALIK ÇAĞI : MS 0-2.000

Hz. İsa'nın doğumuyla başlayan bu çağın aynı zamanda Hıristiyan inancında kutsal bir sembol olan Balık ile ilişkilendirilmesi oldukça ilginçtir. Bu döneme ait yeraltı mezarlarında balık sembolü duvarlara işlenmiş ve inananlar bu geleneği sürdürmüşlerdir. Ancak daha önemlisi iyi kalplilik, nezaket, sevecenlik, müşfiklik, merhametlik, yardımseverlik ve bağışlayıcılıkla ilişkilendirilen Hıristiyan anlayışı ve öğretisi bu çağa damgasını vurmuştur. Aynı çağda İslamiyet'in doğuşu mistik ve dinsel etkilerin bu çağda ne kadar etkin olduğunu bizlere göstermesi açısından dikkat çekicidir.



KOVA ÇAĞI : MS 2.000-4.000

İçinde bulunduğumuz bu çağ insanlığa Yeni Çağ- New Age anlayışını 1960'lardan itibaren getirmeye başlamıştır. Uzaya yapılan yolculuklar, hızla gelişen yeni teknolojiler, bilimsel keşifler, insan hakları ve bireyselliğin giderek artan yükselişi bizlere Kova çağının içine girdiğimizi gösterir niteliktedir. Devrimler, yenilikler ve özgürlük Kova burcunun temel niteliklerindendir. Küresel dünya anlayışı, Birleşmiş Milletler ve birçok koruma örgütleri bu çağın içinde her geçen gün etkilerini artırmaktadır. Bu gelişmeler tipik Kova etkisini yaşamaya başladığımızı gösteriyor bizlere. Kova çağının olası etkileri bizlere özgürlük ve adalet getirecek mi bunu ilerleyen yıllarda göreceğiz. Yada bu etkileri yaşamayı gelecek kuşaklara bırakacağız...
Ortaçağ Astrolojisi ve Mutluluk


Okuyacağınız makale Bay Benjamin Dykes'in izni alınarak Türkçe'ye çevrilmiştir.
Çeviri: Elif Çakır

Bugünlerde “mutluluk”tan temel olarak iki şekilde bahsediyoruz: bir duygu olarak (“mutlu” bir ruh haline sahip olmak) ve bir kişinin hayatının ne kadar iyi ya da kötü geçtiğine dair genel bir ifade olarak (o, “avukat olmaktan mutlu”). Kadim düşünce bunlardan ikincisine vurgu yapmıştır. Kadim konsensüse göre mutluluk özneldi, sahip olunan farklı doğal ihtiyaçlara dayanmaktaydı: potansiyelleri gerçekleştirmek ve bir çeşit mükemmeliyet elde etmekle ilgiliydi ve zihinsel huzur gerektiriyordu.
Kadim insanlar mutluluğun, farklı varlıkların farklı ihtiyaçları olması nedeniyle öznel olarak tanımlanabilir ve yargılanabilir olduğuna inanmaktaydılar. Bir kişinin ihtiyaçları ve potansiyelleri gerçekleştiğinde, kişi iyi yaşayacak, başarılı ve “mutlu” olacaktı; bunlar olmadığı takdirde de tam tersi gerçekleşecekti. Bu, belirli bir varlık açısından belirli bir yaşam biçiminin doğal olduğu anlamına da gelmektedir: Topraktan besin ve güneşten ışık almak bir bitkinin doğal yaşam biçimidir. Eğer bir bitki bunu yapıyorsa ve bunu iyi yapmaya devam ediyorsa, o zaman bitki, bir bitki olarak görevini yerine getirmektedir ve “mutludur”. Eğer bir şekilde bitkinin bu işlevleri yerine getirmesi engellenirse, bitkinin hayatı doğal olmaz ve bitki “mutsuz”dur. Aynısı insanlar açısından da geçerlidir: insanlar olarak bizim belirli ihtiyaçlarımız vardır; bunların karşılanması, kendi açımızdan doğal olan bir hayatı yaşamamıza imkan tanır ve mutlu oluruz. Mutsuz insanlar, hayatta uygun rollerini, işlevlerini ve becerilerini gerçekleştirmekten bir şekilde alıkonulmuşlardır.
Filozoflar arasında, tam olarak ne tür potansiyellerin gerçekleştirilmesi gerektiğine dair görüş ayrılıkları vardı. Bazıları (özellikle de Aristo) mutlu bir hayatın bileşenlerinin (hepsi bunlarla sınırlı olmasa da) en önemlilerinin para, statü ve benzeri menfaatler olduğunu düşünmekteydi: evsiz ve sıradan insanların mutlu olma ihtimali ne kadar düşükse, başarılı ve zengin insanların mutlu olma ihtimali de o kadar yüksekti. Stoacılar gibi diğerleri ise, bir kişinin “ister tahtta ister zincire vurulmuş olsun” mutlu olabileceğini söylüyorlardı – para ve statü gibi şeyler hakkında seçimler yapmak zorundayız, fakat fakirlik ve zenginlik kendi başına bilge kişinin mutluluğu üzerinde hiçbir etkiye sahip değildir.

Bu mutluluk nosyonu kişisel, öznel hisleri dışlamaz. Eskiler, mutlu olmanın (bu nesnel anlamda) çok keyif verici olduğunu vurgulamışlardır – başarılı olmak insana kendini iyi hissettirir. Fakat mutluluk kişisel hislerle özdeş değildir. Örneğin, yoksul insanlara hizmet veren bir avukat olduğunuzu varsayalım: bu sizin mesleğiniz ve bunu başarıyla icra ediyorsunuz. Fakat bazı günler, muhtemelen dünyanın adaletsizliklerine kızacak ve eve kötü bir ruh hali içerisinde gideceksiniz. Yine de bazı özel hususlara kızsanız dahi, iyi yaşadığınızı iddia edebilirsiniz – istediğiniz işi yapıyorsunuz, bu heyecan verici ve başka bir şey yaptığınızı hayal bile edemiyorsunuz. Nesnel olarak mutlusunuz ve o an için olumsuz bir duyguya kapılsanız da, öznel olarak bundan keyif alıyorsunuz. Öyleyse, keyif almak mutlu olmakla aynı şey değildir.

Bu nedenle, mutluluğun gereklilikleri, doğru değerlere ve zihinsel duruma sahip olmakla birebir örtüşür. Bir kişinin dünyaya, değerlere, duygulara, insanlara ve bunların ele alınışına dair kendine has bilgisi, basitçe doğru şeyi yapmak ya da doğru geleneksel iyiliklere sahip olmak için yeterli değildir: mutlu olmak için bunlara karşı da doğru tavır içerisinde olmalıyız. İkinci bir tatlı yiyemediği için çok üzülen bir kişi, azıcık üzülen ya da hiç üzülmeyen biri kadar mutlu olamaz. Stoacılar açısından, kızgınlık gibi olumsuz duygular, değerlerinizin karıştığına ve yozlaştığına dair patolojik işaretlerdir – önemsiz bir olay yüzünden yıkılan bir kişiyi düşünün.
Zihinsel huzur, danışmanlıkla doğrudan bağlantılıdır; çünkü hayatla nasıl başa çıkılacağına dair tavsiye verilmesini gerektirir. Üniversitelerde öğrettiğim felsefeye giriş derslerinde, Aristo, Stoacılar ve diğerlerinden teknikleri ve tavsiyeleri kullanıyorum ve öğrencilerin, dışsal koşullarını her zaman iyileştiremeseler de, hayatlarını nasıl iyileştireceklerini öğrenmelerine yardım ediyorum.
Bu durumda, daha geniş anlamda konuşacak olursak, bunlar kadim psikolojinin (o dönemde sürmekte olan algı ve dil tartışmaları haricinde) kapsamı dahilinde ele alınan konulardır. Kadim dönemden bir terapist şunu sorabilirdi: Müşterinin sosyal statüsü ne? Arkadaşları var mı, varsa nasıl arkadaşlar? Müşterinin duyguları ve istekleri ile rasyonel yetenekleri arasında ne tür bir denge var? Harita sahibinin para ve sağlık gibi geleneksel vasıfları var mı? Müşteri hangi değerlere sahip; inançları duygusal tepkileri ne şekilde tetikliyor ve yaşamla başa çıkma becerisini nasıl etkiliyor?


Geleneksel Mutluluk ve Doğum Haritası

Eskiler açısından mutluluk, belirli geleneksel vasıflar ve davranışların yanı sıra, dünya, doğru değerler ve zihinsel huzur hakkında belirli türlerde bilgiler, kendimizle ve genele nasıl dahil olduğumuzla ilgili bilgi dağarcığı gerektirir. Bir müşterinin, bir astrologun tavsiyesi aracılığıyla daha iyi yaşamak için, kim ve de ne olduğunu – doğum figürü aracılığıyla edinilen bilgi – bilmesi gerektiği fikrinin temeli aşağı yukarı budur. Öngörü başka bir bileşen ihtiyacı doğurur: müşteri kendisini nasıl anlamalı ki, öngörüler gerçekleştiğinde hem iyiyi hem de kötüyü kabullenebilsin?
Tıpkı kadimlerin hayatta çok sayıda rol ve pozisyona sahip olduğumuzu vurgulamaları gibi, ortaçağ astrolojisi de doğum haritasının mutluluk analizinin çeşitli seviyeleri olduğunu gösterir. Burada, daha yeni birine geçmeden önce, belli başlı geleneksel seviyeleri sıralayacağım.

Öncelikle, biz insanoğlu olarak, mümkün olan en genel anlamda gelişebiliriz: maksimum rahatlık ve fırsat, minimum güçlük ve engel. Bana öyle geliyor ki, zarar görmemiş ve doğrudan, güçlü iyicil planetler ve ışıklara, zayıf kötücüllere, vb. sahip olmak bu fikrin genel bir göstergesidir. Güçlü ve anahtar evlerin içerisinde/yönetici konumunda (açılar gibi) olanlar iyicil planetler ve ışıklar değil de kötücüllerse, bu durumda yaşamın merkezi alanları mücadele ve güçlüklerle dolu olacaktır.

Rollerimizden birisi de rasyonel varlıklar olmaktır. Kadim gelenekte bu genellikle (Stoacılar hariç), duygularla uyum içerisinde güçlü rasyonel yeteneklere (dürüstlük, zekilik ve sağlam yargı olarak tezahür etmektedirler) sahip olmak anlamına gelmiştir. Kadim astrolojide ve Ortaçağ astrolojisinde, bu betimlemeyi Merkür’den (rasyonel) ve Ay’dan (duygusal, irrasyonel) alma eğilimi hakimdir. Bunlar iyi durumda ve iyi açıda iseler harita sahibi neşeli, akıllı, sakin ve dürüsttür. Ne kadar çok etki altında kalır, kötü açı yapar ya da hiç açı yapmazlarsa, harita sahibi de zihinsel ve duygusal açıdan o kadar istikrarsız olur. Mantık ve duygular birbirleriyle mücadele edebilirler ya da biri diğerine baskın gelebilir. Burada konunun otoriteleri prosedürleri açısından biraz farklılık göstermişlerdir. Ptolemy, Merkür ve Ay’ı kullanır; Ebu’Ali Merkür’ü kullanır; Schoener Merkür ve Ay’ı ve onların yöneticilerini (dispozitör) kullanır; Lilly Ay’dan çok Merkür’e vurgu yapar. Fakat bu betimlemenin gerçekten kişisel bir gösterge olmadığını dikkate alın: bu, harita sahibinin karakter zenginliğini ve niteliğini değil, zihinsel dengesini ve uyumunu göstermek içindir. Her ne kadar yukarıda sıralanan otoriteler bu ikiliyi ayrılmaz bir ikili olarak görseler de, bu rol genellikle özel bir planetsel göstergeye (bakınız aşağıda) tahsis ediliyordu.

Romalı Stoacılar, bizlerin belirli bir toplumsal sıralama ve sorumluluklar (“ofisler”imiz) kümesi olan insanlar olarak da yaşadığımızı söylemişlerdi. Örneğin, şahsi vatandaşların sıralamaları ve sorumlulukları seçilmiş yetkililerden, ya da bir hayırseverinki küçük bir işyeri sahibininkinden farklıdır.
Bana öyle geliyor ki, geleneksel şöhret ya da saygınlık tayini, harita sahibinin sosyal sınıfını ve toplumdaki nüfuzunu, bu kişiyle birlikte anılan bazı hareket türleriyle birlikte ölçerek, bunu göstermeye çalışıyor. Daha sonraları Ptolemy’de (“Of the Fortune of Dignity” Tet. IV.3) görülen bu betimleme, aslında şöhretin, 10. evin ve ışıkların, iyicil planetlerin ve kötücül planetlerin durumları ve ilişkileri aracılığıyla hayatın önündeki engellere dair genel bir bakışın başlıca göstergesi olarak Güneş’i kullanmaktadır. Bu aynı zamanda birey veya aile köleliğinin (şartlara esaret) burçlarının incelendiği alandı. Aşırı zayıf iyiciller ve ışık saçan cisimler, güçlü kötücüllerle bir araya geldiğinde bu, mücadele, güçlük ve meçhullüğe işaret eder.

Aynı Romalı Stoacılar, bizim kendimize özgü yetenek ve becerilere sahip insanlar olarak rollerimiz olduğunu da eklemişlerdir. Bu, bir kişinin yaşarken neler yaptığını sıralayabilen, ama aynı zamanda neyi iyi yaptığını da gösterebilen bir gezegen olan, Meslek Göstergesinin tayininde de yansıtılmıştır. Örneğin, tanıdığım bir harita sahibinin meslek göstergesi Venüs. Günlük işi olarak bir bilgisayar şirketinde çalışıyor, ancak bir dans grubunun parçası olarak sürdürdüğü Ortadoğu ve Hint dansına yönelik ateşli bir tutkusu var. Michael Jackson’ın doğum figüründe, Venüs meslek göstergesi, ancak onun çizelgesinde şöhret ve eğlence burçları onun bunu yapmasını daha olası kılıyor, –ki bu durumda olduğu gibi- aslında yaşamak için şarkı söyleyip dans ediyor. Bu betimleme, açılardan birinde Merkür, Venüs ve Mars’ı güçlü görme eğilimi gösteriyor ve bunlardan hangisi galip gelirse doğası ve görünümüyle özel becerinin ne olduğunu o gösteriyor. Örnek olarak bakınız Ptolemy’nin “The Quality of Action” (Hareketin Niteliği) eseri Tet IV.4, ya da Lilly’nin Hıristiyan Astrolojisi’nde doğum haritaları üzerine olan kitabındaki mesleki betimleme.

Plato Phaedrus diyalogunda, her bireyin ruhunun dünyaya gelmeden önce, göklerde ilahi varlıkların planetlerden kaynaklanan bir süreci olarak tasvir ettiği şekilde, tanrılardan birinin hizmetinde ya da emrinde olduğunu öne sürmüştür. Bu mite göre, belirli bir tanrıyla ilişkili olmak hayatta belirli ihtiyaçlar ve tutumlar olarak tezahür eder, fakat dünyevi cehaletimiz ve karanlığımız içerisinde genellikle bu tutumların kaynağından bihaber oluruz. Bu fikir, doğum figüründe ruhu ya da meleği, doğum haritası sahibinin “İlahi Olan” ile arasındaki özel bağlantı işlevi gören, güçlü bir planet olan Almutem Figuris’in hesaplanması ve betimlenmesinde yansıtılmıştır. Almutem Figuris tinsel bir astrolojik betimlemedir, Lilly’nin “Haritanın Lordu”na benzer, fakat onun tıpatıp aynısı da değildir. Fakat tıpkı Lilly’nin (ve Plato) yaptığı gibi, Almutem Figuris’in harita sahibinin düşüncelerini, inançlarını ve karakterini etkilediği varsayılmıştır. Tinsel aydınlanma bu özel planetin farkına varmamızı ve bunu “İlahi Olan” a ulaşmak için kullanmamızı gerektirebilir. Bu, kayda değer biçimde çoğu modern astrologun Güneş burcuna atfettiği bir işlevdir.
Kadim tıp buna daha ileri bir fikir katmıştır. Plato’nun ölümünden sonraki yüzyıllar boyunca, onun ölümsüz, maddi dünyadan ayrı, maddesel olmayan ruh nosyonu bir azınlık görüşü olarak kaldı. Çoğu filozof ve doktor büyük ölçüde materyalistti ve bir kişinin kimyasal/vücutsal bileşiminin o kişiyi belirli hastalıklara, kişilik özelliklerine, hislere ve dış görünüş niteliklerine meyilli kıldığına inanmaktaydı. Bu, aşağı yukarı günümüz tıbbına da hakim olan görüştür: sağlıklıysanız, dış görünüşünüz, enerjiniz ve kişiliğiniz tamamen iyileşecektir. Ortaçağ astrolojisinde bunu iki alanda görürüz.

Birincisi, mizaç. Ortaçağ astrologu açısından, ilk ev “persona” ya da sosyal dünyaya gösterdiğimiz bir yüz değildir – bu daha ziyade 10. evdir (itibar, nasıl davrandığınıza göre ne olduğunuzu gösteren hareketler). Yükselen ve birinci ev, vücudu ve vücutsal sağlığı gösterir – ve kapsamı biraz genişletilecek olursa, belirli kişilik eğilimleri ve becerileri. Doğum haritası sahibinin mizacı betimlenirken, yükselen burcun birincil özellikleri, onun yöneticisi ya da Almuten’i, ASC’ deki ve onunla açı yapan planetler kullanılır. Astrolog, bu niteliklerin sıcak, ıslak, soğuk ya da kuru olup olmamalarını ekleyerek harita sahibinin mizacının nerede ağır bastığını belirler: eğer soğuk ve kuru ise harita sahibi melankoliktir; bu, kişiye daha zayıf bir enerji ve daha ciddi, hatta kasvetli bir dış görünüm katar.

İkincisi, astrologlar belirli fiziksel ve karaktersel özelliklere yol açan belli bir planetsel gösterge aramışlardır: bu Satürn ise, harita sahibinin vücudu ve kişiliği Satürn’ün özellikleriyle donanacaktır. Yukarıda belirtilen Merkür-Ay farklılıklarında olduğu gibi, otoriteler bu göstergenin nasıl bulunacağına dair fikir ayrılıklarına sahiptirler: Ptolemy ve Schoener Merkür ve Ay’ın yöneticilerini (diğer etmenlerle birlikte), Ebu ‘Ali Yükselenin yöneticisini kullanır; Lilly “tutumları” simgeleyen planeti bulmak için bir sıralama sistemine sahiptir. Fakat Ebu ‘Ali, her iki ışık saçan gök cisminin de gösterge olmasına izin verirken, Ptolemy, Schoener ve Lilly böyle yapmamaktadır. Modern astroloji bu planetsel göstergeyi de güneş burcu ile değiştirmiş, hem Almutem Figuris’in tinsel işlevini hem de dünyevi kişiliği aynı Zodyak burcuna atfetmiştir.

Antikite’de ideal mutlu insanı tasvir edecek olsaydık, önünde pek az engel olan, iyi bir duygusal yaşamla birlikte, dengeli ve zeki bir zihne sahip, uygun toplumsal işlevlerini ve sorumluluklarını yerine getiren, özel yeteneklerini başarıyla sergileyen ve sağlığı iyi olan birini arardık. Buna belirli bir mezhep aracılığıyla “İlahi Olan” la özel bir bağlantı kurulmasını da ekleyin. Astrolojik teknikleri bu aşamalarla eşleştirerek, (a) harita sahibinin kişiliğine ve hayatına dair karmaşık ve ayrıntılı bir betimleme elde ederiz; bu, (b) disiplinli bir prosedür ve biraz da tahmin sonucunda gerçekleşir ve © astrologu, engel çıkaran ve mutluluğa mani olabilecek alanlarda tavsiyeler sunmaya hazırlar. Tıpkı gerçek hayatta da olduğu gibi, Ortaçağ teknikleriyle betimlenmiş bir doğum figürü, belirli bir kişinin nasıl çok sayıda farklı ihtiyaca ve özelliğe sahip olabileceğini gösterir: silik ve düşük gelirli (düşük itibar/statü), yüksek ve dinamik bir enerji seviyesine sahip (choleric mizaç), laboratuar bilimlerinde yetenekli (meslek olarak Mars), fakat mantık ve duygular arasında dengesizliğe (etkilenmiş Merkür-Ay), hayata dair belirsiz bir suçluluk ve utanç hissine (Almutem Figuris olarak Satürn) ve açıklamalar arayan zeki, akıllı bir zihne (planetsel gösterge olarak Merkür) sahip olabilirsiniz. Toplumsal duruştan ayrı olarak, bunlar harita sahibinin zihninin ve psikolojisinin özellikleridir ve hepsi de harita sahibinin nesnel olarak mutlu olup olmaması, işlerinin rast gidip gitmemesi üzerinde rol oynar. Açıkçası, Ortaçağ astrolojisi konu mutluluk ya da psikoloji olduğunda kaba ya da incelikten yoksun değildi!


Kişisel Mutluluk ve “Birincil Motivasyon”

Mutluluk meselelerini ele alan daha yeni, fakat Ortaçağ prensiplerine dayalı bir teknik “birincil motivasyon” olarak adlandırılmaktadır. Zoltan Mason tarafından öğretilmiştir ve şu anda da, bunu Ortaçağ astroloji derslerine aktaran Robert Zoller tarafından öğretilmektedir. Bu, harita sahibinin benim “kişisel mutluluk” dediğim şeyin arayışı hakkında bazı yerinde ifadeler sarf etmek için iyi bir yoldur ve yükselen burcu ve Yükselen derecesini (ASC) kullandığı için betimlemenin (harita tasviri) bazı geleneksel alanlarıyla kesişir.

“Birincil motivasyon” tanımı şüphesiz Aristo’nun, evrendeki tüm değişimlerin ve hareketin ilk ve yegane sorumlusu göksel “birincil hareket eden” (örneğin Tanrı) nosyonundan gelmektedir. Bu nedenle, harita sahibinin birincil motivasyonu onu dünya üzerinde hareket ettiren belirli birincil ve nihai ihtiyaçlar ya da menfaatlerdir. Geleneksel mutluluk anlayışına göre, herkes paraya, arkadaşlara, dengeli bir zihne ve buna benzer şeylere ihtiyaç duyar. Fakat bireyler aynı zamanda az ya da çok kendilerine özgü ihtiyaçlara ya da menfaatlere de sahiptirler: bu özellikler, bireysel kişiliklerimizi şekillendirmemize ve kim ve ne olduğumuzu söylememize yardımcı olurlar.

Kısacası, birincil motivasyon yükselen burç tarafından gösterilir. Yükselen burç yöneticisinin (ve/veya yöneticilerden en güçlüsünün) ev yerleşimi, harita sahibinin hayatta (birincil motivasyonunu) gerçekleştirmek isteyeceği alandır. 1. evdeki ve Yükselenle (ASC) açı yapan planetler daha da fazla bilgi sağlar. Planetlerin ve açıların doğası ve durumu ve yöneticilerin gücü ve yerleşimi, harita sahibinin bu birincil motivasyonu elde edip edemeyeceğini ve bunun nasıl gerçekleşeceğini açığa çıkarır.

Örneğin bir harita sahibinin yükseleni Akrep olsun. Harita sahibini hayatta birincil olarak hareket ettiren Akrepsel bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç karşılanırsa, harita sahibi kişisel olarak mutlu olacaktır. Öyleyse bu motivasyon nedir? Akrep su niteliğine sahip, dişi bir burçtur: harita sahibi duygusal (su niteliğinde) güvenliğe (dişi) ihtiyaç duyar (dişi). Akrep’in tüm diğer çağrışımlarını da ekleyelim: harita sahibi bir çeşit bilgi ve enerji edinimi aracılığıyla duygusal emniyete ihtiyaç duyar (sabit burç, vb.) Bu, harita sahibinin ancak kendini güvende ve emniyetli, korunmuş ve benzeri şekilde hissettiğinde mutlu olabileceği anlamına gelir – eğer kendini güvende ve emniyette hissetmezse, endişeli ve mutsuz olacaktır.
Lütfen gözden kaçırmayınız: herkes bir dereceye kadar “kendini güvende hissetme” ihtiyacı duysa da, herkes buna diğerlerine baskın gelen bir ihtiyaç olarak sahip olmayacaktır. Harita sahibinin yükseleni İkizler ise, bu kişi diğerleriyle etkileşime girme arayışına motive olmuştur; özgür ve etkin olmaya ve İkizlerin gösterdiği diğer tüm temel şeylere ihtiyaç duyar. Mutsuzluk etrafın sarılması, izole edilmek, kısıtlanmaktan kaynaklanır ve açığa çıkar.

Bunun da ötesinde, insanlar birincil motivasyonlarını Yükselenin ev yöneticisinin (ya da en güçlü yöneticisinin) belirleyici olduğu çeşitli araçlar vasıtasıyla elde edebilirler. Ortaçağ astrolojisinde ev yöneticisi bir evin ilişkilerini gerçekleştirmekten sorumlu birincil yöneticidir ve bir evin ilişkileri, yöneticinin içerisinde bulunduğu eve yönelmeye meyledecektir. Yükseleni Akrep olan aynı harita sahibinin ev yöneticisi (Mars) 10. evde olsun. Bu, harita sahibinin duygusal güvenlik ihtiyacını ve benzerini (Yükselen) itibar, kazanım, eylem (10.) aracılığıyla ve diğerlerini şaşırtan, sürprizler ve cüretkar şeyler yapan Marssal eylem vasıtasıyla yapar. Başka bir ifadeyle, harita sahibi aktif olduğunda, itibarının ve kazanımlarının peşinden gittiğinde, her şey yolundaymış gibi hisseder; duygusal açıdan güvendedir, mutludur. Tanınmayan bir kişi olduğunda, bir şey elde etmediğinde ya da harekete geçmediğinde, açıkta kalmış, güvensiz, endişeli hissedecek ve mutsuz olacaktır. Ebu ‘Ali Mars’ın 9. evde olmasının atları, savaşları ve savaşı seven birini gösterdiğini söylemektedir; böylelikle Mars 9. evde olduğunda, kişi güvenlik hissini orduya katılarak ya da dünyevi seyahat ve zafer arayışına girerek karşılayabilir. Böylelikle yöneticinin doğası ve yerleşimi, harita sahibinin kişisel mutluluğunu neyin sağlayacağını söylemektedir ve harita sahibinin mutluluğa yönelik ilgisi, onu bu şeyleri gerçekleştirmeye yöneltecektir.

Bu betimleme bize 144 farklı birincil motivasyon çeşidi verir (12 motivasyon burcu ve 12 gerçekleştirme evi). Fakat unutmayınız ki bir yönetici zayıf ya da etki altında ise, görevini yerine getirmekte sorun yaşayacaktır. Aynı doğum haritası sahibinin Mars’ı 7. evde, Boğa’da, 10. evdeki Satürn’le kare açıda olsun. Harita sahibi mutluluğu ilişkiler aracılığıyla arayacaktır. Ne tür ilişkiler? Muhtemelen evlilik; fakat daha genel anlamda konuşacak olursak, Marssal ilişkiler. Artık Mars 7. evde olduğu için güçlüdür. Muhteşem bir durumda olsaydı heyecan verici, dinamik, karşı karşıya gelinen, fakat yine de, herhangi bir kızgınlık ya da istikrarsızlığa rağmen ona her şeyin yolunda olduğu hissini verecek ilişkiler arardı. Fakat zarar gördüğü ve güçlü bir Satürn’le yapılan kareden etkilendiği için, Mars kötü biçimde ve şiddetle faaliyet gösterecektir. Kişi istikrarsızdır. Kişinin ne tür ilişkilere sahip olacağını görmek için 7. eve baksaydık şöyle derdik: “Harita sahibi düşmanlar edinecek; evlenirse bu evlilik muhtemelen kötü olacak”.

Bunun harita sahibinin mutluluğu açısından anlamı, onun muhtemelen sürekli hem romantik ilişkilere hem de düşmanca durumlara girmeyi deneyeceğidir; çünkü güvenlik ihtiyacı onu 7. evdeki Mars aracılığıyla kişiler arası ilişkilere yönlendirmektedir. Fakat başarılı olamayacaktır. Bu kişi Ortaçağ astrologuna gitse bana öyle geliyor ki şöyle derdi: “Mutsuzum ve perişan haldeyim. İlişkilerim başarısız oluyor, sürekli insanlara kızıyorum.”

Ortaçağ yöntemlerinin güçlü taraflarından birisi, çeşitli yöneticilik seviyelerinin çeşitli gerçekleştirme yolları sunmasıdır: burcun diğer yöneticileri harita sahibinin ne yönde çaba sarf etmesi gerektiğini gösterebilirler. Harita sahibinin ev yöneticisinin (7.) evine meyledeceği doğrudur. Fakat eğer bu yol etki altındaysa, astrolog alternatifler önerebilir. Akrep’in yücelmiş yöneticisi yoktur, üç tane üçlü yöneticisine (Dorotheus’un sistemi kullanıldığında), bir terim yöneticisine ve bir dekan yöneticisine sahiptir; bunların arasında etkisi en fazla olan üçlü yöneticileridir. Eğer Venüs (Akrep’in bir üçlü yöneticisi) 5. evde Balık’ta yücelmişse, o zaman görece güçlü (5. ev bir ikincil evdir) ve asalet kazanmıştır (Balık’ta yücelmiştir). Yükselenin bir yöneticisi olarak görevini yerine getirebilir. Astrolog harita sahibine iyi vakit geçirmenin Balıksal ve Venüssel biçimlerini geliştirmesini önerebilir. Eğer 4. evde olsaydı, evin iyileştirilmesi peşinden gidilecek bir şey olabilirdi. Harita sahibi kişisel olarak mutlu olmak için, para, dengeli bir zihin ya da mutluluğun başka geleneksel biçimlerine sahip olsa da olmasa da, hayatta duygusal açıdan güvende olmalıdır. Bu nedenle birincil motivasyon ya da kişisel mutluluk tekniği, mutluluk ihtiyaçlarını hızla ve kolaylıkla kişiselleştirme ve bireyselleştirmedir.

Ortaçağ astrolojisi bazen mutluluk ve psikolojiye kayıtsız kalmakla itham edilir. Bu teknik donanım ortaçağ astrolojisinde mutluluk ve psikolojinin sadece önemli olmakla kalmadığını, ortaçağ astrolojinin (a) bunlara yönelik çok yönlü bir analize sahip olduğunu, (b) müşterinin bireyselliğinden bahsettiğini ve © çoklu yöneticiler biçiminde tavsiye verme işlevi barındırdığını göstermektedir. Ortaçağ astrologları, müşterinin nesnel olarak başarılı olmasına ve böylelikle de mutlu olmasına yardım edebilecek alternatif, üretken eylem ve deneyim yönleri önerebilmektedir. Bu, ancak kısaca bahsedebildiğim tinsel meseleleri de kapsar. Mutluluk açısından Ortaçağ/Geleneksel astroloji ile modern astroloji arasındaki gerçek fark, Ortaçağ astrolojisinin bu harita okuma tekniklerini öngörüye ve bir çeşit kadere vurgu yapılmasıyla birleştirmesidir. Böylesi vurgular, danışmanlıkta farklı yaklaşımlar gerektirir. Antik Helenistik felsefeler, ileride başka bir makalede incelenecek, bu meseleler hakkında iyi yapılandırılmış ve ilginç görüşlere sahiptir.

Benjamin Dykes, PhD, A.M.A.
Astrolojiden tarihte ilk olarak ne zaman yararlanılmaya başlanmıştır?

Astroloji ile ilgili araştırdığım kitaplarda birçok tarihsel kaynaklara ulaştım. M.Ö 2122 ile 2102 yılları arasında Lagaş şehrini yöneten Gudea hakkında birçok kil tabletleri bulunmuş. Sümerlerde yıldızlara dayalı kehanet yapıldığına dair bilgiler bulunan bu tabletler bize astrolojinin ne kadar eski bir tarih taşıdığına dair önemli bilgi veriyor. MÖ 747 yılında ilk defa Babilde Güneş tutulmaları kaydedilmeye başlanmış. Ninova Kraliyet arşivlerinde ise MÖ yedinci yüzyıla kadar kahinlerin organize biçimde çalışarak bilgi topladığını ve belirli bir biçime uygun olarak raporlar sunduğunu göstermektedir.Yine MÖ 1000 yılında astronomik temellerin de ortaya çıktığını görmekteyiz.İlk yıldız kataloğu olarak kabul edilen Mul Apin bu temellere işaret ediyor.

Ayrıca MÖ dördüncü yüzyılda Knidoslu Eudoksosun çalışmalarında gezegenleri dünyadan uzaklıklarına göre sıralarlarken Babilliler gezegenlerin olumlu ve olumsuz doğalarını ele alarak sıraya koymuşlardır.Mısırda ise MÖ 10 yılına ait bir belgede bir doğum haritası bilgileri bulunmuş.

Mynet Astroloji Danışmanı
İrem Su
Sayfalar: 1 2
Referans Adresler